Bu siteye yazı yazmaya başlayalı 11 yılı geçti. 11 yıl benim için çok büyük bir zaman dilimi gerçekten. Herhangi bir şey için de 10 yılı geçkin bir zamanın büyük bir sayı olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar burayı açalı ve yazılar yazalı 10 yılı geçmiş olsa da bu süreçten çok daha öncesinden beri de Metal müzik dinliyorum. Liseye başladıktan bir yıl sonra artık müzik zevkimi tamamen değiştirmiş ve bir nevi doğru yolu bulmuştum. Öncesinde çok fazla bir tür bilincim de yoktu zaten. Önüme popüler ne geliyorsa onu dinliyordum. Elektronik müzikten tutun da yerli pop şarkıcılarına kadar anlamsız bir yelpazem vardı. Her şey bir yaz günü televizyonda “Dream TV”nin Rock saatinde yayınlanan “Metallica”dan “Mama Said” adlı şarkıya denk gelmemle değişti. Düşünün Metal bir şarkı bile değil aslında bu şarkı. Fakat grubun adı Metallica idi ve hiç şüphesiz bu şarkı da Metal olmalıydı. O zamanki kısıtlı bilgimle böylesi yorumlar yapıyordum. Mama Said’in klibinde gördüğüm kovboy şapkalı adamın, elinde gitarı ile bir arabanın arkasında oldukça güzel melodik bir şeyler çalması ve yine o melodik şarkıya harika giden sesi beni etkilemeye yetmişti. Artık her gün aynı saatte televizyonun başına geçiyordum ki Mama Said’i veya daha farklı Rock ve Metal şarkılarını dinleyebileyim diye. Bu defa da Metallica’nın “The Memory Remains” adlı şarkısına denk gelmiştim. Aha, işte bu gerçek anlamda Metal bir şarkıydı. Metallica’nın böylesine işler yapıyor olduğunu keşfettikten sonra artık bu televizyondan takip etme işine bir son verdim. Kendime 50 liraya markasız, dandik bir MP3 çalar almıştım. Dandik de olsa bu MP3 çaların 1GB hafızası vardı ve içine bütün Metal şarkıları alır lan bu diye havalara giriyordum. İnternet hızlarının leş gibi olduğu dönemlerde oturup albüm indirmek yaklaşık 2 saat falan sürüyordu. Abartmıyorum. Bu yüzden de internet kafeler daha cazip yerlerdi. Ben de bir internet kafeye gittim ve bir bilgisayara oturdum. Bilgisayarın içindeki müzik klasörüne girdim. “Yabancı Müzik” adlı klasörü açtım ve karşıma Britney Spears, Avril Lavigne, Blink 182, Korn gibi daha birçok sarkıcı ve grubun olduğu büyük bir arşiv çıktı. Hemen Metallica’yı buldum ve bütün albümlerinin ("St. Anger" idi o zaman en son albümleri) olduğunu gördüm. Cover albümleri bile vardı. Hemen hepsini MP3 çalarıma aktardım. Kuzenlerimden dinlediğim “Blind Guardian, Kreator ve Motörhead” gruplarından sadece Motörhead vardı. Bu abilerin de albümlerini atayım dedim ama olmadı. Meğer benim devasa hafızalı olarak gördüğüm MP3 çalarımın hafızası dolmuş. Neyse diyerek kalktım masanın başından. O gün 18 saat sürecek bir şehirler arası yolculuk yapacaktım. Yanıma 10 tane ekstra pil aldım ve hiç abartısız 18 saatliğin yolculuğumun neredeyse 12 saatini Metallica’nın diskografisini başa sara sara dinleyerek geçirdim. Dinledikçe büyüleniyordum. Resmen kimse tarafından keşfedilmemiş bir ada keşfetmiş gibiydim. Her bir albüm kendi içinde öylesine muhteşem şeyler hissettiriyordu ki bana. Benim için Metallica artık sadece MP3 çalarımda olan şarkılar demek değildi. Benim, o günden sonra yaşamımı her anlamda nasıl şekillendireceğimin fenomeni idi. 1991 yılında doğmuş biriyim. Biliyorum ki benimle aynı zaman diliminde dünyaya gelmiş ve yolu bir şekilde Metallica ile kesişmiş hemen hemen herkes Metal müziğe ruhunu vermiştir. Çünkü biz Metallica sevenler artık niş ve elit insanlardık. Herkesin dinlediği Tarkan, Sertap Erener, Sezen Aksu gibi kişileri değil sanatın hem yeraltını temsil eden ve buna rağmen en üst noktada yer alan bir topluluğu dinliyorduk. Metallica, birçok Türk gencinin hem ergenlik hayatını hem üniversite yıllarını hem de şimdiki zamanını etkilemiştir ve işin daha da güzel yanı etkilemeye devam etmektedir. Bugün, belki Metallica’yı o yıllardaki gibi sürekli dinlemiyorum. Fakat 20 yıldır dinlemekten de asla vazgeçmedim. Bir gün Metallica dinlemeyi bırakacağım gibi ahmakça laflar da etmedim. Çünkü bugün Metal Müzik hakkında burada ahkam kesiyorsam bunun ruhani lideri Metallica’dır. İşte bütün bu özel ve güzel duygularla bugün sizlere bu ağır abilerin yeni albümleri “72 Seasons”tan söz edeceğim.
Elbette bir Metallica albümünden bahsedeceksem diğer birçok albüm incelemeleri gibi klasik bir şekilde yazıya giriş yapmam, yapamam. O kadar büyük hayranlığım var ki bu gruba, birçok albümleri hakkında büyük öfkeyle ağzıma geleni söylesem de hiçbir zaman dünya Metal tarihine ve bireysel olarak bana yaptıkları güzellikleri görmezden gelmedim, gelemem de. Her yeni Metallica albümünde ortalığı büyük oranda dehşet bir kaos havası alıyor. Bunun nedeni ise gayet anlaşılabilir. Çünkü bu kaos havasına neden olan bizler Metallica’yı 10 yıldır, 20 yıldır, 30 yıldır belki de 40 yıldır dinliyoruz. Metallica bizim için hala Metal’in tabusudur. Onun koyduğu kurallar ile yazılır bu tarih diye bakıyoruz. Bu gayet de normal bir şey. Çünkü ülkemizde en çok dinlenmiş Metal grubu hep Metallica olmuştur. Onu dinleyenler gruplar kurmuştur. Onu dinleyenler Metal müziği sevmiştir ve başka grupları da keşfetmek istemiştir. Nasıl Metallica için “Black Sabbath, Motörhead, Iron Maiden” gibi gruplar guru rolündedir, Metallica da bizler için öyledir. Son albümleri “Hardwired…To Self-Destruct” 2016 yılında çıkmıştı grubun. O albüm her ne kadar birçok kesim tarafından sevilmese de ben genel olarak albümü başarılı bulmuştum. Albümün kritiğini yazarken giriş kısmında Metallica’ya olan öfkemi kusmuş olsam da sevgi de öfkesiz olmuyor be kardeşim. Hardwired…To Self-Destruct, Death Magnetic’ten sonra gelen iyi bir albümdü aslında. Death Magnetic her ne kadar riff açısından çok daha zengin bir albüm olsa da gerek prodüksiyonu ile gerekse de önceki albümlere öykünen yapısı ile negatif bir etki bırakmış ve kalıcı etkiye sahip hiçbir şarkıyı barındıramamıştı. Bana sorarsanız ben, Death Magnetic’i önceki yıllarda vasat bir albüm olarak görsem de bugün dinlediğim de daha da bir anlam kazanan ve değerinin pek de bilinmediğini düşünüyorum. Çünkü Metallica, St. Anger sonrası ellerindeki bütün kozları bu albümde oynamıştı. Öyle ya da böyle Death Magnetic sıradan bir Metallica albümü olarak grubun diskografisinde yerini almıştı. Hardwired…To Self-Destruct için ise daha iyimser olabilirim. Bu defa Metallica bazı deneysel işlere de girişmişti. Bu, benim açımdan olumlu sayılabilir. Hem Thrash şarkılar hem de ReLoad’daki şarkıların tarzındaki şarkılar ile modern Metallica’nın ne olduğunu iyi bir şekilde özetliyordu.
72 Seasons ile Metallica bu defa köklerine dönme işini daha gerçekçi bir forma sokuyor. Fakat bunu müzikal olarak yüzde yüz yapıyor diyemem. Şarkı sözleri ve albümün genel atmosferi bazında daha çok gerçekleşen bir olgu bu. Albümün kapak resmine baktığımızda da Metallica’yı Metallica yapan şeylerin kalıntılarını görüyoruz aslında. Özellikle James bir kez daha kendi travmalarını bu albümde bizlerle paylaşmak istemiş. Albümden single olarak “Lux Æterna”yı bizlere sunmuştu. Bu şarkıyı hemen dinledim. Zira Metallica’dan yeni bir şeyler duymayalı şaka maka yine 7 yıl olmuştu. Lux Æterna’yı ilk baştan sona dinlemem de “siktir ya yine mi” diye sinirden deliye döndüm. Aslında Metallica’dan nasıl bir albüm geleceğini artık üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordum. Fakat kalbimdeki o merak ve heyecan hiçbir zaman dinmiyor bu gruba karşı. Yine bir hayal kırıklığı ile baş başa kaldım. Modern bir “Hit The Lights” öykünmesini dinliyordum. Hem de en kötü şekliyle dinliyordum. Bu şarkıyı öven, bağrına basan arkadaşlara saygım var. Fakat benim de bu şarkı için sikindirik bir şarkı deme hakkım da var. Şarkıyı 15 defa dinlemişimdir. Fakat hiçbir zaman beni mutlu etmedi. Sonrasında çıkacak şarkıları ise dinlememe kararı aldım. Yoksa çok itici şeyler düşünmeye başlayacaktım. Fakat bu sözümü tutamadım ve “If Darkness Had A Son” şarkısını da oturdum dinledim. Bu defa biraz daha az yüzüm asıldı. Şarkıyı dinledikçe daha kabul edilebilir görüyor ve albümün vasat olmayacağını da iyiden iyiye düşünmeye başlamıştım. Fakat Metallica ile sorun sadece işin müzik kısmında olmuyor. Zira şarkı sözlerine baktığımız zaman hep aynı sözcüklerin kullanıldığı farklı başlıktaki, aynı temaya sahip şarkılar dinliyoruz. Bunu fark etmemiş olamazsınız. Bu yüzden sürekli aynı şeyleri dinliyormuşsunuz gibi his bir de sözler tarafından yüzümüze vuruyor. If Darkness Had A Son, dinledikçe daha da güzelleşen bir şarkı oldu benim için. Fakat albüm, bir kez daha prodüksiyon açısından benim umutlarımı yerle yeksan etti. Diyeceksiniz ki kardeşim her şey gayet net duyuluyor, tertemiz bir soundu var işte. Evet, haklısınız. Fakat güzel arkadaşlarım sizce bu sound mu bu şarkıların hakkı? Ya da bu albümün hakkı? Bu kadar modern bir sound olması ne kadar normal geliyor size bilmiyorum ama benim için pek de olumlu bir şey değil. Hele davulun soundu... Hardwired…To Self-Destruct’ta da aynı şekilde çok dijital bir sese sahip. Yani bilgisayar programıyla seslendirilmiş gibi. Ulan zaten yıllardır davuldan ümidini kesmiş bir Metallica dinleyicisi var. Bari şunun soundunu sert ve keskin yapın da insanlar da en azından dinledikleri bu basit davul çeşitlemelerinden öyle ya da böyle memnun kalsınlar. Albümden başka herhangi bir şarkıyı dinlemedim. Yani albüm çıkana kadar dinlemedim.
72 Seasons çıktığından beri dinliyorum. Şu an yazıyı yazarken de dinliyorum. Gerçekten çok ilginç bir albüm deneyimi yaşıyorum. Bu albümü de sıradan bir Metallica albümü olarak puanlayacağımı düşünüyordum. Fakat şimdi geldiğim nokta da hiç de öyle bir durum söz konusu değil. Albümü baştan sona dinlediğim zaman Lux Æterna bile kulağıma hoş gelen, kesinlikle bu albümde olması gereken bir şarkı havası verdi bana. İşte, bu yüzden beğenmediğim single şarkılardan sonra albümün geri kalanını beklemeyi tercih ediyorum genelde. Haksız çıktığım zaman da gayet mutlu mesut oluyorum. Metallica bu albümünde her şeyi gayet basite indirgemiş. Hiçbir şekilde balad bir şarkıya yer vermeyerek, sadece konserlerde dinleyicilerin kafalarını sallayarak şarkılara eşlik etmesini istemiş. Bunu yaparken de yine eskilerden öykünmeyi de ihmal etmemiş. “Black Album, Kill’Em All, Load” gibi güçlü silahlarından da esintiler taşımış. Hatta Hardwired…To Self-Destruct zamanında yazılmış rifflerin de yine bu albümde kendilerine yer bulduklarını söyleyebilirim. Hem de bütün cesaretimle! James, gerçekten çok basit düşünmüş ve basitliği olabildiğince iyi bir şekilde müziğine dökmüş. Bu yüzdendir ki 72 Seasons 2000 sonrası Metallica’nın en iyi albümü olabilir. Öte yandan yine yıllardır şikâyet edip durduğumuz bazı şeyler de yerini koruyor. Mesela Kirk’ün katlanılması zor soloları. Ulan, Lars “Some Kind of Monster” belgeselinde boşuna şarkılarda solo olmasına gerek yok dememiş. Kirk’ün ne derece sıkıcı ve sürekli kendini tekrarlayan bir solo gitariste dönüştüğünü o zamanlardan fark etmiş. Sololar çok kötü arkadaşlar. Çok, çok kötü arkadaşlar. Albümdeki şahane şarkıları bile katledebilecek derecek kötü! Lars demişken onu da anmadan geçmek olmaz. Senin çalacağın davul batsın be adam. Ulan yıllardır ağzımıza sıçtın. Be imansız sürekli aynı şekilde çalmaktan sıkılmıyor musun ya? Hiç mi demiyorsun ya biraz da yaratıcı şeylerle şarkılar çok daha iyi seviyeye çıkarayım. Şu hi-hat’i biraz daha az kullanayım demiyor musun lan? Artık kabullendim zaten ben arkadaşlar. Fakat Lars ismi geçtiği için yine öfkemi kusayım dedim. Albümün en baba adamı Robert olmuş kesinlikle. Basın tonu, yaptığı ufak tefek şirinlikler ve daha açılıştaki o agresif bas taraması muazzam olmuş. Bas gitardan asla şikâyet edemem. James ve Robert bu albümün en önemli ikilisi olarak yerlerini alıyorlar. Bir de James’in vokali bu albümde daha da iyi olmuş.
Biliyorum, çok uzun bir yazı oldu. Fakat her zaman böyle yazmıyorum. Metallica da böyle uzun yazıları hak eden bir grup zaten. 72 Seasons beni çok fena ters köşe yaptı. Dinledikçe çok daha sevdim, dinledikçe daha da fazla sahiplendim. Albümü baştan aşağı çok sevdim. Ayrıyeten albümün kapanış şarkısı “Inamorata” “The Outlaw Torn” ve "Fixxxer"dan bu yana Metallica’dan dinlediğim en iyi uzun şarkılardan bir başkası oldu. Öte yandan şarkının sözlerle birlikte çalan riffi de “Lenny Kravitz”ten baya bir esinlenilmiş. Şimdi albümün kritiğini burada noktalıyorum ve Inamorata ile biraz daha Metallica’nın tadını çıkarıyorum. Görüşmek üzere, hoşça kalın!
Albüm Puanı: 8/10
Yorumlar
Yorum Gönder