Albüm Kritik 660 (Deathspell Omega / The Long Defeat)

 


"...Sen gerçekten de kralların kralısın 

Yaptığın bütün kahramanlıklar sana bahşedilsin 

Toprağı sürdün ve onu zehirledin 

Hep aynı ama başka türlü..."


Yukarıdaki sözlerin ait olduğu grup bu zamana kadar Metal camiasına adeta felsefe dersi vermektedir. Birçok Black Metal grubu yazdıkları şarkı sözleriyle insanların akıl dünyasında farklı kapıları açarlar ve o kapıdan içeri giren bilgiler ile düşünmenin en güzel hazzını yaşarlar. Bu, gerçekten de Black Metal gruplarına has bir şey desem pek de yanlış olmaz. Evet, birçok grup şarkı sözlerinde mesajlar veriyor ve ciddi konulara değiniyor. Fakat hiçbir türdeki gruplar Black Metal grupları kadar cesur ve sivri sözler yazarak gövde gösterisi yapamıyorlar. Bunu da anlıyorum aslında. Çünkü Metal camiasında diğer türlere nazaran yokmuş gibi görünse de aslında ciddi anlamda tabular var ve bu tabuları kırmaya kalkışırsanız bilinirliğiniz ve sizi dinleyen insanların sayısı da azalıyor. İşte, Black Metal gruplarının çoğunda böyle bir kaygı olmadıkları için çok daha özgürler ve çok daha cesurlar. O cesur grupların belki de son 20 yılındaki en görkemlisi olmayı başaran grubu “Deathspell Omega”dır. Fransa menşeili Deathspell Omega sadece stüdyo albümleri yaparak, canlı tek bir performans göstermeden Black Metal dünyasının en önemli grubu olmayı başarmıştır. Bugün, bu türdeki diğer grupların da büyük saygı duyduğu ve Black Metal’e farklı bir boyut getirmesiyle adeta bu türe çağ atlatan Deathspell Omega ortamlara bir anda yeni albümü olan “The Long Defeat”i saldı. Henüz dumanı üstünde bir albüm The Long Defeat. Normalde bir Deathspell Omega albümünü yazmak için birkaç gün zaman ayırırım kendime. Fakat The Long Defeat de durum farklı. Gerek bu farktan gerekse de albümün felsefi duruşundan sizlere her şeyi anlatmak için bugün klavyenin başına oturdum. İster inanın ister inanmayın bugün sabahtan beri kulaklarımda sürekli kulaklık vardı. Fırsat bulduğum her amda bu albümden bir şarkıyı dinledim. Albümü başa sarıp sarıp dinledim. Çünkü bu bir Deathspell Omega albümü ve çünkü bu çok farklı bir Deathspell Omega albümü!

Giriş kısmındaki dört satır albümün ikinci şarkısı olan “Eadem, sed allitre!”den alınmadır. Latince bir söz dizisi olan bu sözcük dilimize ne yazık ki çok da doğru çevrilemiyor. Fakat ben yine şarkının geneline bakarak elimden geldiğince çevirmeye çalıştım ve “Hep aynı ama başka türlü” demeyi uygun buldum. Peki, bu söz sadece Deathspell Omega’nın yaratıcısı “Mikko Aspa”nın İngilizcesini yazmak yerine Latincesini tercih etmesinden ibaret bir şey mi? Elbette hayır! Nihilist düşüncenin en büyük babası olan “Arthur Schopenhauer”in “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya” adlı yazısında geçen bir konudur. Mikko Aspa da yine kitap kurtluğunu burada göstermiş ve bu konudan etkilenerek sözleri yazmış. Zaten Deathspell Omega’nın iskelet yapısı kaotik Black Metal olsa da o iskelet sistemini kaslara bürüyen ise felsefi düşüncelerdir. Bu yüzdendir ki yazdıkları her şarkı anlaşılması güç ve komplekstir. Tıpkı felsefi düşünceler gibi…


Çok farklı bir Deathspell Omega albümü olduğunu söylemiştim. Şimdi zamanda biraz geriye yolculuk yapalım. 1998 yılından bu yana dehşet saçan Deathspell Omega’nın benim için aslında başlangıç tarihi 2004 yılıdır. Çünkü o tarihte öylesine iğrenç ve dehşet bir şeyi dünyaya getirdiler ki Metal camiası resmen gerçek bir deccal ile karşı karşıya kalmıştı. “Si Monvmentvm Reqvires, Circvmspice” ile artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Çünkü ok yaydan çıkmış ve Mikko Aspa lanet olası insanlığın kökünün kuruması için ihtiyaç duyulan şeytan tohumunu yeryüzüne serpmişti. Albüm kapağında bile bunu öylesine dehşet bir şekilde gösterdi ki Deathspell Omega, o resmi bir tişörte bastırdım ve her yaz giyiyorum. Rengi solsa da parçalanıp yok olana kadar deccali üzerimde taşıyacağım. Sonrasında ise yeryüzüne gelen deccal artık görevinin başına geçti ve aslında tanrı tarafından insanların içine zerk edilmiş kötülüğü daha da körüklemeye başladı. İşte Deathspell Omega elindeki maşa ile kor ateş gibi olan albümleri “Fas - Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum” 2007 yılında yeraltından yeryüzüne çıkardı. Bu albümle iyice azgınlığı ve kaosu eline almış oldu Deathspell Omega. Artık Black Metal camiasında sıklıkla adından söz edilen ve yaptığı müzik ile Black Metal’i bambaşka bir boyuta sokan bir oluşum herkesin kulağına çalınıyordu. Hiçbir canlı performans sergilemeden sadece birkaç yılda bir yayınlanan albümlerle böylesine görkemli bir yükselişe erişmesi Deathspell Omega’yı daha da merak edilir kılıyordu ve her geçen gün bu grubu daha fazla kişi dinlemeye başlıyor ve her şeyi ile tecrübe ediyordu. Aradaki tek şarkılık EP’leri geçiyorum ve esas olayın koptuğu albüme geliyor ve kutsal üçlünün artık cehennemi dünyaya taşıyan albümü olan “Paracletus”a geliyorum. Kusursuz bir Black Metal albümünden çok daha öte bir albüm Paracletus. Sadece bir Black Metal albümü olamayacak kadar ruhani ve bütün kaotik yapının darmadağın olduğu bir yapıt! Böyle bir albümü yapacak başka bir grup olamazdı zaten. Bu tür dehşet bir albüm Deathspell Omega’nın işi olabilirdi sadece. Bozuk ve deneysel gitar riffleri, bas gitarın bir Black Metal albümünde hiç olmadığı kadar ön planda ve gürültülü bir şekilde kullanılışı ve yazılan dehşet sözlerle şeytanın hükmünü kesin kılıyor Paracletus. İşte, bu üç albüm benim için Deathspell Omega’nın zirvedeki yerini garantilediği ve ne olursa olsun her daim dehşetin karşılığı olacağı bir Black Metal grubu olduğunun kanıtlarıdır. 2016 yılında ise zaten bizleri dehşetten bitap düşürmüş bir gruptan biraz sakinlemesini beklerken daha da çirkinleşmesi ile bir kez daha irkildik. “The Synarchy of Molten Bones”un albüm kapağına bakınca bile insanın içinde korku ve dehşet uyanıyor. Her dinlediğim Deathspell Omega albümüne neredeyse taptım. Buna EP’ler de dahil. Fakat The Synarchy of Molten Bones’tan sonra Deathspell Omega’nın kendi formunu belirli ölçüde koruyarak farklı bir yola dönüş yapacağını beklemiyordum. Benim beklentim Paracletus sonrası bir sakinlikti açıkçası. O sakinliği The Synarchy of Molten Bones’ta da bulamayınca anlaşılan bizi yerin dibine sokana kadar ağzımıza ağzımıza vuracak diye düşünüyordum grup için. Fakat öyle olmadı. Sakinlik geldi. Fakat bu sakinlik öyle içi boş veya Deathspell Omega ruhunu tamamen kaybeden bir sakinlik değildi elbette. Zaten böyle bir şeyi hiçbir zaman beklememiştim. “The Furnaces of Palingenesia” ilk dinlediğim zamanı hala hatırlarım. Sürekli kafamı “olmamış lan bu” diye sallıyordum. Albümü baştan sona dinleyip, kulaklıkları kulağımdan çıkarmıştım. Koltuğuma uzanıp, kitap okumaya başladım. 1 saat kitap okuduktan sonra yani kafamı tamamen boşalttıktan sonra, tekrar kulaklığımı kulağıma taktım ve albümü dinlemeye başladım. Bu defa albümün sesini kıstım ve her detayı duymaya çalıştım. İkinci defa albümü baştan sona dinleyip bitirdiğimde gözlerim dolmuştu. Böyle bir müziği dinlemeyi tecrübe ettiğim için ve Deathspell Omega’nın yaptığı şeye büyük saygı göstererek yaptığı için ruhumda en güzel duyguları yaşadım. Müzik dinlemek bambaşka bir eylem gerçekten. Fakat Deathspell Omega gibi bir grubun varlığını bilmek ve bu varlığın müzikal ve felsefi yönden içinize dolaysız işliyor oluşu inanılmaz bir deneyim. The Furnaces of Palingenesia’yı günlerce dinledim ve her dinlediğimde albümü çok daha fazla benimsedim. Yeni bir Deathspell Omega değildi bu dinlediğim. Deathspell Omega’nın var oluşunun bambaşka bir yansımasıydı. İşte The Long Defeat de öyle bir albüm. Deathspell Omega’nın bütünsel olarak varlığına şükredeceğimiz bir albüm.


Biliyorum, daha şimdiden birçok Metal dinleyicisi albümü yerden yere vurmaya başlamıştır. Deathspell Omega’dan sürekli kompleks şeyler dinlemeye alışmış kişiler The Long Defeat’in bu “normal” halini kabullenmeleri zor oluyordur. Hatta en kötü Deathspell Omega albümü olarak bayrakları bile çekmişlerdir. Fakat ben böyle düşünmüyorum. The Furnaces of Palingenesia ile zaten Deathspell Omega bizlere nasıl bir yola girdiğini göstermişti. Duygusal yönü çok daha kuvvetli şarkıları bizlere sunmuşlardı. Bu duygusal şarkılar elbette Paracletus’un kaotik ve dehşetengiz yapısına sahip olamazdı. Çünkü o Paracletus’tu ve bir başka Paracletus’a daha gerek yok! Deathspell Omega da işte bunu diyor aslında bizlere. Bizlere dinlettiği bütün albümler “tek”! Hiçbir Deathspell Omega albümünün tekrarı yok! Bütün diskografiyi dinlemiş biri olarak sizlere söylüyorum bunu. Deathspell Omega her albümünde ortaya daima farklı şeyler koymayı başarmış bir gruptur. Bu yüzdendir ki Deathspell Omega ismi duyulduğu anda büyük saygı gösterilir. The Long Defeat’i şu anda yazıyı yazarken de dinliyorum ve bu albüm değerlendirmesi haliyle uzun bir değerlendirme oluyor. Şu anda albümü ikinci kez başa aldım. Her dinleyişimde çok daha farklı şeyler keşfediyorum. Deathspell Omega albümlerinde sürekli bir keşif halinde olmak zaten benim en sevdiğim şeylerden bir tanesidir. The Long Defeat için söyleyebileceğim şeylerden biri de bir başka gövde gösterisidir. Bu çok iddialı bir laf oldu belki ama benim için gerçekten de öyle. Mikko Aspa ve arkadaşları bu defa daha da melodikleşme yoluna gitmişler. Bunu yaparken de hiç şüphesiz bazı gruplardan etkilenmişler. Zaten o etkilendikleri gruplardan elemanlara da bu albümde konuk etmişler. Örneğin “Marduk” ve “Funeral Mist”ten bildiğimiz “Mortuus” var. Hatta albümün son şarkısında olduğunu düşündüğüm (çünkü bilgiye henüz ulaşamadım) bir başka Black Metal devi “Mgła”dan “M.” de konuk sanatçı olarak yer alıyor. Resmen yıldızlar topluluğu ile bezenmiş bir Deathspell Omega albümü dinliyorsunuz. İşin mizantropik dozajını iyice arttırmışlar. The Long Defeat ile insanlığın ne denli baş belası olduğu ve dünyaya ne denli yıkım getirdiği ciddi bir şekilde işlenmiş. Bu albümde bir kez daha Deathspell Omega’nın “lejyoner” övgüsünü görüyoruz. Dünyayı temizleme görevi verilmiş bir asker topluluğu olarak gösteriliyorlar. Aslında öyle değildirler elbette. Fakat Mikko Aspa’nın cehalete, ikiyüzlülüğe, şerefsizliğe, siyasi sömürüye, köleliği sevenlere karşı olan sert tutumunu biliyoruz. Bu tür insanların yeryüzünden tamamen silinmesini her defasında şarkı sözlerinde dile getirmiştir. Hatta bu yaklaşımı onun bir Nazi sempatizanı olduğunu da dile getirmiştir. Kendisinin bir Nazi sempatizanı olup olmadığını bilmiyorum. Fakat yukarıdaki leş özelliklere sahip olan insanların yok olup gitmesi neden kötü bir düşünce olsun ki?


"...Zihnimizde ne huzur olacak ne de rahatlama

 Nefes alan herhangi bir şey ellerimizden kaçtığı sürece. 

Yaşam olmak için ölüm ol! 

Yeniden doğmak için küfürlerinle yemin et...”


Öyle ya Deathspell Omega belki de birçoğumuzun düşüncesini cesurca tüm dünyaya duyuruyor. Bu defa The Long Defeat ile bunu herkesin idrak edeceği şekilde yapmayı tercih etmişler. Müzikal olarak harika bir albüm olmuş. Deathspell Omega’dan alıştığımız kompleks şarkı yazımı elbette bu albümde de var. Fakat kaotik olmak yerine melodik bir şekilde varlıklarını sürdürüyorlar. Bas gitarın tıpkı Paracletus’taki gibi kendini her şarkıda ciddi anlamda gösteriyor oluşu da gönlümü çeldi. Şarkı sözleri yine harikulade olmuş. Bu albümü sürekli şeytan üçlemesi olarak az önce yukarıda adlandırdığım albümlerle kıyaslarsanız sadece albümden nefret etmek için kendinizi kodlamış olursunuz. Az önce de dedim Deathspell Omega dinlediğiniz her albümü tek 1 kere yapıyor. Bu albümlerin yanına yaklaşabilecek albümler başka gruplar tarafından bile yapılmıyor. O yüzden bu devrin en muazzam gruplarından birinin albümünden bahsederken biraz daha dikkatli olaya bakmak gerekir diye düşünüyorum. The Long Defeat her bir notasıyla zihinlerinizi yine altüst edecek bir albüm olmuş. Bunu albümü sık sık dinlediğinizde daha iyi idrak ediyorsunuz. Benim için daha şimdiden yılın en iyi albümü oldu The Long Defeat. Albümdeki her şarkı çok etkileyici olmuş. Fakat albümün ikinci şarkısı olan ve benim de girişte sözlerinden kısa bir kısmına yer verdiğim Eadem, Sed Aliter benim en beğendiğim ve tüylerimin diken diken olduğu şarkı oldu. Bir de albümün kapanış şarkısı olan Our Life Is Your Death’te M’in sesini duymak elbette ayrı bir mutluluk oldu. 

Deathspell Omega, iyi ki varsın!

Albüm Puanı: 10/10



Yorumlar