Bu dünyanın ne adaleti ne de bir anlamı var.
Bundan dolayı burası yıkılacak ve bu dünyayı anlam ve adaletle kutsayacağız!
(Neither Meaning nor Justice)
Yıkım çoktan başladı. Bunu her geçen gün daha da yakından, daha da içten hissediyoruz. Çökmüş bir sistemin enkazındayız. Üzerimizde beton yığınları ve demir yığınları yok. Çürümüş adaletin ağır hafriyatları var. Tüm dünyanın pisliğini var eden insanlığın leş nefesi sarmış atmosferi. Tanrı denilen yokluğa sırtını dayayıp koşturanlar, düşecekler en derin çukurlara!
Metal Müzik alemi için bazı gruplar sadece müzik üretmiyorlar. Sadece ellerine enstrümanları alıp melodik ve ritmik işler ortaya koymuyorlar. Atmosfer yaratmak da artık birçok grubun çok iyi yaptığı şeylerden biri haline geldi. Fakat işin içine ideleri dahil etmek, hem de çok derin anlamları ile kafaların içindeki beyinleri yormayı hedefleyen ideleri dahil etmek her grubun yapacağı türden şeyler değiller. Böylesi uç düşünceleri de genellikle Black Metal’de buluyoruz. Bunun en büyük nedenlerinden birisi hiç şüphesiz Black Metal’in başlangıçtan bu yana geçirmiş olduğu evrimsel sürecin ta kendisidir. Black Metal denilince akla ilk gelen tema şeytan ve satanizm oluyordu. Birinci dalga Black Metal gruplarının var oluşları bu iki tema üzerine idi. Haliyle bu kara müzik şeytanın müziği olarak lanse ediliyordu. O haliyle bile Metal camiasındaki birçok türe nazaran oldukça tehditkâr ve dik başlı oluşu, “Rock”ın o içinde barındırdığı asiliğin var olması gereken noktayı temsil ediyordu adeta. Tanrıların savaşı haline gelmişti durum. Bir tarafta sözde iyilik timsali tanrı dururken diğer tarafta karanlıkların ve sonsuz ateşin efendisi şeytan oluyordu. Fakat Black Metal öylesine hızla evrim geçiren bir tür oldu ki, diğer Metal türlerin belki 5-6 yılda yaşadıkları değişimleri Black Metal camiası çok daha kısa zamanlarda yaşadı. Günümüzde Black Metal kendi içinde öylesine çok dallara ayrıldı ki, her bir farklı dal kendisini en görkemli şekilde dinleyenlerin huzuruna sunuyor. Bu da bu türün ne denli ihtişamlı bir hal aldığını gösteriyor. İşte bu ihtişamın en büyük gruplarından biri olan ve Fransa’nın belki de bu zamana kadar en muhteşem Metal grubu unvanını göğüsleyen “Deathspell Omega” 24 Mayıs 2019 tarihinde sanat eserini biz fanilere sundu. Şimdi karanlık şehrin dehlizlerine beraber inelim.
Metal Müzik alemi için bazı gruplar sadece müzik üretmiyorlar. Sadece ellerine enstrümanları alıp melodik ve ritmik işler ortaya koymuyorlar. Atmosfer yaratmak da artık birçok grubun çok iyi yaptığı şeylerden biri haline geldi. Fakat işin içine ideleri dahil etmek, hem de çok derin anlamları ile kafaların içindeki beyinleri yormayı hedefleyen ideleri dahil etmek her grubun yapacağı türden şeyler değiller. Böylesi uç düşünceleri de genellikle Black Metal’de buluyoruz. Bunun en büyük nedenlerinden birisi hiç şüphesiz Black Metal’in başlangıçtan bu yana geçirmiş olduğu evrimsel sürecin ta kendisidir. Black Metal denilince akla ilk gelen tema şeytan ve satanizm oluyordu. Birinci dalga Black Metal gruplarının var oluşları bu iki tema üzerine idi. Haliyle bu kara müzik şeytanın müziği olarak lanse ediliyordu. O haliyle bile Metal camiasındaki birçok türe nazaran oldukça tehditkâr ve dik başlı oluşu, “Rock”ın o içinde barındırdığı asiliğin var olması gereken noktayı temsil ediyordu adeta. Tanrıların savaşı haline gelmişti durum. Bir tarafta sözde iyilik timsali tanrı dururken diğer tarafta karanlıkların ve sonsuz ateşin efendisi şeytan oluyordu. Fakat Black Metal öylesine hızla evrim geçiren bir tür oldu ki, diğer Metal türlerin belki 5-6 yılda yaşadıkları değişimleri Black Metal camiası çok daha kısa zamanlarda yaşadı. Günümüzde Black Metal kendi içinde öylesine çok dallara ayrıldı ki, her bir farklı dal kendisini en görkemli şekilde dinleyenlerin huzuruna sunuyor. Bu da bu türün ne denli ihtişamlı bir hal aldığını gösteriyor. İşte bu ihtişamın en büyük gruplarından biri olan ve Fransa’nın belki de bu zamana kadar en muhteşem Metal grubu unvanını göğüsleyen “Deathspell Omega” 24 Mayıs 2019 tarihinde sanat eserini biz fanilere sundu. Şimdi karanlık şehrin dehlizlerine beraber inelim.
Sizi devrimci bir yeniden doğuşla aşılayacağız
Her zaman dünden daha tatlı olan bugünün toplu mezarının tadına bakacağız
Gözleriniz başlatılmış olan zevk ile parlayacak
SİLAHLANIN!
(Ad Arma! Ad Arma!)
Deathspell Omega, günümüzün en ihtişamlı ekstrem gruplarından birisi. Black Metal’i ilk günkü haliyle sergilemek yerine, işin içine avangart öğeleri katarak ve bu avangart ses atmosferini oldukça güçlü sözlerle bezeyerek ruhani bir tavırla bizlere sunan nadide gruplardan birisi. Deathspell Omega’yı dinlemek gerçekten de büyük bir dikkat ve özen istiyor. Öyle alelade, denk geldiğinde zaman geçirmek için dinlenecek bir grup değil asla. Her bir şarkısı sizlere ciddi kafa karışıklıkları sunabiliyor. Dinlediğiniz şeyin sıradan bir müzik olmadığını biliyorsunuz, hissediyorsunuz. Daha önce duymadığınız bozuk rifflere şahit oluyorsunuz belki de. Bütün bir düzen yerine, bütün bir düzensizlik sizleri karşılıyor. Durmak bilmeyen davul atakları, yazılan garip riffler ve halka demeç verircesine sürekli bağıran bir adam var. Deathspell Omega işte bu yüzden daha ilk dinlediğiniz andan itibaren sizlere pervasızlıktan başka bir şey sunmuyor. Sıradanlık istiyorsanız eğer bu gruptan uzak durmanızda fayda var. Ya da kafa karıştırıcı bir müzik dinlemenin anlamsız olduğunu düşünüyorsanız da yine Deathspell Omega’dan fersah fersah uzakta durmanız gerekiyor. Zira bu grup sürekli hırçın dalgaları barındıran karanlık bir denizden başka bir şey değil!
Gecenin saat 1’inde oturup Deathspell Omega albümü yazmak ayrı bir zor oluyor. Zira bütün dikkatinizi bu albüm üzerinde yoğunlaştırmanız lazım. 24 Mayıs’ta çıkmış olan “The Furnaces of Palingenesia” adlı bu sanat eserini 10 defayı geçkin dinledim. Bu albüm bir Deathspell Omega albümü ve bu da haliyle albümü kavramak için öyle üstün körü bir iki defa dinleyip geçmemeniz gerektiğini gösteriyor. Zira öyle yapıyorsanız büyük hata ediyorsunuz. The Furnaces of Palingenesia, dilimize birebir çevirirsek eğer “Yeniden Doğuşun Fırınları” olarak anlamlandırılıyor. Palingenesia tahmin edeceğiniz gibi Latince bir kelime ve aslında Palingenesis olarak daha çok kullanılıyor. Palin= tekrar, Genesis= doğuş anlamlarına geliyor. Albümün genel temasına baktığımızda ise var olan dünya düzenini bozukluğundan ve kokuşmuşluğundan dem vurduğunu anlıyoruz. Deathspell Omega bu defa iblis ile yollarını biraz aralamış gibi görünse de bütün temanın yine var oluş noktası şeytanın omurgaları üzerinde oluyor. 2016 yılında çıkan “The Synarchy of Molten Bones” albümü ile (EP) o yılın da yine en iyi ve en görkemli işlerinden birini ortaya koymuştu grup. Deathspell Omega’nın var olan agresif ve kaotik tavrı hiç durmadan bu albümde de devam etmişti. Hatta The Synarchy of Molten Bones, Deathspell Omega’nın en vahşi albümlerinin başında da gelebilir bana sorarsanız. İblis tohumlarıyla beslenmesine rağmen öylesine derin felsefi öğeleri barındırıyor ki şarkılarında, oturup her bir şarkının analizini yapmanız gerekiyor. Bu zamana kadar çıkarmış oldukları bütün albümlerde bu durum var oldu. The Furnaces of Palingenesia çıkmadan bir iki hafta önce albümden “Ad Arma! Ad Arma!” adlı şarkıyı dinleyenlere sunmuştu Deathspell Omega. Sadece Bandcamp ve YouTube üzerinden dinleyebildiğimiz bu şarkıyı daha ilk gününde 50 defa dinledim. Deathspell Omega'da var olan değişiklik bu şarkıda kendisini çok net bir şekilde var ediyordu. Artık uzun metrajlı şarkılara elveda deme zamanı gelmişti sanırım bizim için.
Daha önce dinleyenler bilir, Deathspell Omega’nın yazdığı şarkılar genellikle uzunca olur. Evet, “Paracletus” albümleri belki böyle değildi ama önceki albümlerin genel yapısı bu şekildeydi. Kaldı ki The Furnaces of Palingenesia’dan bir önceki yapıtları olan The Synarchy of Molten Bones da yine aynı durumdaydı. Ad Arma! Ad Arma!’da farklılık sadece şarkı süresi değil, Deathspell Omega’nın beyinlerimizi yoran o kaotik ve karmakarışık riff yazma işine de ara vermiş olmalarıydı. Açıkçası o durum beni rahatsız etmişti. Zira Deathspell Omega’yı dinlemek aynı zamanda beyninizin tam yük altında çalışması demek oluyor. En azından çıkış şarkılarında bu durum yoktu. Fakat şarkı yine ben Deathspell Omega’nın uzuvlarını barındırıyorum diye bağırıyordu elbette. Bozuk riff partisyonları ile yüzümü güldürmeyi ihmal etmedi. Albüm çıkar çıkmaz baştan sona dinledim. 11 şarkıdan oluşan bu albümün süresi 45 dakika kadar dostlarım. Evet, bu süre bir albüm için ideal bir süre olabilir fakat Deathspell Omega’dan beklentim en az 60 dakikalık bir albüm dinlemekti. Bu elbette eksi bir yön değil. Sadece benim arzumun o yönde olduğunu belirtmek istedim. Az önce bahsettiğim kaotik yapının pek olmayışı albümün genel havasında da sürüyor. Deathspell Omega bu defa daha dingin bir albüm sunmuş bizlere. Elbette avangart öğelerin kol gezdiği bir albüm olmuş yine. Fakat diğer albümlerine nazaran biraz daha işi yumuşatmışlar. Melodik öğelerin şarkılardaki varlığı dikkat çeken en büyük unsur bence. Artık karmaşık öğeler yerine daha anlaşılabilir ve daha düzenli bir yapıya geçmiş Fransız pislikler. Grubun lokomotifi olan “Mikko Aspa” bu defa felsefi manifestosunu daha anlaşılır tınılarla vermeyi tercih etmiş. Evet, albüm çok daha rahat dinlenebilir bir hal almış ve yazılan melodilerin dozu öyle çok aşırıya kaçılmadan Deathspell Omega’nın iskeletinde var olmuş. Yine de “Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum” şaheserindeki şarkılar gibi birkaç eser de duymak isterdim.
The Furnaces of Palingenesia, bütünsel olarak oldukça iyi bir albüm olmuş. Dinledikçe çok daha fazla seviyorsunuz. Albüm için yazılan rifflerin gerçekten de niş işler olduğunu anlıyorsunuz. Deathspell Omega, yukarıda da dediğim gibi grubun var oluş iskeletinde en ufak bir çatırdama olmadan sadece kas yapısında ufak tefek değişikliklere gitmiş. Albüm sound olarak gayet başarılı olmuş. The Synarchy of Molten Bones’ta yakındığım o çok tiz sound yok artık. Daha nizami ve daha kulak dostu bir ses alt yapısına sahip The Furnaces of Palingenesia. Bu da albümü güzel güzel dinlemenizi sağlıyor. Paracletus’ta özellikle kulaklarımızda muazzam bir tat bırakan bas gitarın biraz daha ön plana gelmiş olması The Furnaces of Palingenesia’da da devam ediyor. Hatta daha da muazzam bir forma bürünerek şarkılarda öküzlüğünü gösteriyor. “Khaos” lakaplı yaratık gerçekten de ismini hak edecek şekilde bas gitar partisyonları ile gözleriniz kamaştırmayı başarıyor. Davul konusunda ise söyleyecek pek bir şey yok. Bildiğiniz Deathspell Omega davul çeşitlemeleri bu albümde de devam ediyor.
Özetleyecek olursam eğer; Deathspell Omega yine adına yakışır bir albümü bizlere sunmuş. Kendini tekrarlamak yerine ruhani tavrını koruyarak ve en önemlisi Deathspell Omega kimliğinin ağrılığını bilerek The Furnaces of Palingenesia’yı yaratmış. Bu muazzam albüm muhtemelen yılın en iyi albümü olacak gibi duruyor. Sesi biraz daha açıyoruz ve The Furnaces of Palingenesia’yı baştan sona dinlemeye başlıyoruz. Görüşmek üzere hoşça kalın!
Albüm Puanı: 10/10
Gecenin saat 1’inde oturup Deathspell Omega albümü yazmak ayrı bir zor oluyor. Zira bütün dikkatinizi bu albüm üzerinde yoğunlaştırmanız lazım. 24 Mayıs’ta çıkmış olan “The Furnaces of Palingenesia” adlı bu sanat eserini 10 defayı geçkin dinledim. Bu albüm bir Deathspell Omega albümü ve bu da haliyle albümü kavramak için öyle üstün körü bir iki defa dinleyip geçmemeniz gerektiğini gösteriyor. Zira öyle yapıyorsanız büyük hata ediyorsunuz. The Furnaces of Palingenesia, dilimize birebir çevirirsek eğer “Yeniden Doğuşun Fırınları” olarak anlamlandırılıyor. Palingenesia tahmin edeceğiniz gibi Latince bir kelime ve aslında Palingenesis olarak daha çok kullanılıyor. Palin= tekrar, Genesis= doğuş anlamlarına geliyor. Albümün genel temasına baktığımızda ise var olan dünya düzenini bozukluğundan ve kokuşmuşluğundan dem vurduğunu anlıyoruz. Deathspell Omega bu defa iblis ile yollarını biraz aralamış gibi görünse de bütün temanın yine var oluş noktası şeytanın omurgaları üzerinde oluyor. 2016 yılında çıkan “The Synarchy of Molten Bones” albümü ile (EP) o yılın da yine en iyi ve en görkemli işlerinden birini ortaya koymuştu grup. Deathspell Omega’nın var olan agresif ve kaotik tavrı hiç durmadan bu albümde de devam etmişti. Hatta The Synarchy of Molten Bones, Deathspell Omega’nın en vahşi albümlerinin başında da gelebilir bana sorarsanız. İblis tohumlarıyla beslenmesine rağmen öylesine derin felsefi öğeleri barındırıyor ki şarkılarında, oturup her bir şarkının analizini yapmanız gerekiyor. Bu zamana kadar çıkarmış oldukları bütün albümlerde bu durum var oldu. The Furnaces of Palingenesia çıkmadan bir iki hafta önce albümden “Ad Arma! Ad Arma!” adlı şarkıyı dinleyenlere sunmuştu Deathspell Omega. Sadece Bandcamp ve YouTube üzerinden dinleyebildiğimiz bu şarkıyı daha ilk gününde 50 defa dinledim. Deathspell Omega'da var olan değişiklik bu şarkıda kendisini çok net bir şekilde var ediyordu. Artık uzun metrajlı şarkılara elveda deme zamanı gelmişti sanırım bizim için.
Daha önce dinleyenler bilir, Deathspell Omega’nın yazdığı şarkılar genellikle uzunca olur. Evet, “Paracletus” albümleri belki böyle değildi ama önceki albümlerin genel yapısı bu şekildeydi. Kaldı ki The Furnaces of Palingenesia’dan bir önceki yapıtları olan The Synarchy of Molten Bones da yine aynı durumdaydı. Ad Arma! Ad Arma!’da farklılık sadece şarkı süresi değil, Deathspell Omega’nın beyinlerimizi yoran o kaotik ve karmakarışık riff yazma işine de ara vermiş olmalarıydı. Açıkçası o durum beni rahatsız etmişti. Zira Deathspell Omega’yı dinlemek aynı zamanda beyninizin tam yük altında çalışması demek oluyor. En azından çıkış şarkılarında bu durum yoktu. Fakat şarkı yine ben Deathspell Omega’nın uzuvlarını barındırıyorum diye bağırıyordu elbette. Bozuk riff partisyonları ile yüzümü güldürmeyi ihmal etmedi. Albüm çıkar çıkmaz baştan sona dinledim. 11 şarkıdan oluşan bu albümün süresi 45 dakika kadar dostlarım. Evet, bu süre bir albüm için ideal bir süre olabilir fakat Deathspell Omega’dan beklentim en az 60 dakikalık bir albüm dinlemekti. Bu elbette eksi bir yön değil. Sadece benim arzumun o yönde olduğunu belirtmek istedim. Az önce bahsettiğim kaotik yapının pek olmayışı albümün genel havasında da sürüyor. Deathspell Omega bu defa daha dingin bir albüm sunmuş bizlere. Elbette avangart öğelerin kol gezdiği bir albüm olmuş yine. Fakat diğer albümlerine nazaran biraz daha işi yumuşatmışlar. Melodik öğelerin şarkılardaki varlığı dikkat çeken en büyük unsur bence. Artık karmaşık öğeler yerine daha anlaşılabilir ve daha düzenli bir yapıya geçmiş Fransız pislikler. Grubun lokomotifi olan “Mikko Aspa” bu defa felsefi manifestosunu daha anlaşılır tınılarla vermeyi tercih etmiş. Evet, albüm çok daha rahat dinlenebilir bir hal almış ve yazılan melodilerin dozu öyle çok aşırıya kaçılmadan Deathspell Omega’nın iskeletinde var olmuş. Yine de “Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum” şaheserindeki şarkılar gibi birkaç eser de duymak isterdim.
Mikko Aspa |
Özetleyecek olursam eğer; Deathspell Omega yine adına yakışır bir albümü bizlere sunmuş. Kendini tekrarlamak yerine ruhani tavrını koruyarak ve en önemlisi Deathspell Omega kimliğinin ağrılığını bilerek The Furnaces of Palingenesia’yı yaratmış. Bu muazzam albüm muhtemelen yılın en iyi albümü olacak gibi duruyor. Sesi biraz daha açıyoruz ve The Furnaces of Palingenesia’yı baştan sona dinlemeye başlıyoruz. Görüşmek üzere hoşça kalın!
Albüm Puanı: 10/10
Yorumlar
Yorum Gönder