Ses, ilkel insanın hayatının en nadide en paha biçilemez şeyi
oldu. Hayatını zor idame ettiren, bin bir güçlükle mücadele eden ilkel insanın
müzik ile birlikte hayatının biraz da olsa renklenmesi demek sadece karnı doyan
bir insan güruhundan ziyade aynı zamanda ruhunun da doyduğu bir toplum anlamına
geliyordu.
Doymak, insan evladının varlığından günümüze kadar yegâne amacı olmuştur. Bu öyle bir amaç ki neresi başlangıç noktası neresi sınırı bilinmiyor. Bilemiyoruz. İlkel zamanlarda bu doymak sadece bir şeyler yiyerek doymak demekti. Çünkü o zamanki şartlar da insan evladının duygusal olarak doyma ihtiyacı daha geri plandaydı. Henüz çözemediğiniz bir yaşam alanınız var ve bu yaşam alanınız bin bir çeşit zorluklar barındırıyor. Böyle bir durumda duygusal açlığınızı düşünmek zaten çok da akıl karı olmazdı. İlkel insan olmak baktığınızda dünyanın en zor şeylerinden biri gibi durmuyor mu? İnsanın günümüze kadar olan evriminde doğayla olan mücadelesi her zaman çetin olmuştur. Modern insana dönüşene kadar her daim insan doğadan ve doğada bulunan canlılardan ürkmüştür. Av hayvanlarını bile avlarken her daim kendilerinin av olabileceklerini düşünmüşlerdir. Fakat günümüzde sizce böyle mi durum? Elbette böyle değil. Artık her şey değişti. İnsan şu anki gücü ile yeryüzünün en yok edici canlısı haline geldi. Artık doğa ve doğada barınan bütün canlıların korkulu rüyası oldu ve olmaya da devam ediyor. Aslında her şey sadece karnımızı doyurmak ile başlamıştı. Fakat bizler bir şeyi keşfettik, karın tokluğu her şey için yeterli olmuyordu. Evet, fiziksel olarak kendimizi güçlü, enerjik hissedebiliyorduk bu doyum sayesinde fakat ruhumuz için aynı şeyden bahsetmek ne yazık ki mümkün değildi. İşte insan evladı yani bizler bunun farkına vardık. İyi de ruhu nasıl besleyecektik ki? Ekmek ve su ile beslemek gibi mi olacaktı bu ruhu besleme işi?
İlkel insan mutluluk dediğimiz şeyi elbette yaşıyordu. Fakat o yaşadığı mutluluk daha çok materyalist bir mutluluktu. Birkaç örnek vermek istiyorum bu materyalist mutluluğa. 10 kişiden oluşan bir grup yaban domuzu avına çıkıyor. Yaban domuzları günümüzdekinden daha büyük ve daha tehlikeli elbette, bu 10 kişilik grup küçük bir plan yapıp av için almaları gereken yerlerini alıyorlar. Sonunda da av hayvanını avlıyorlar. Bu av aileleri için 3 günlük yemek demek olabilir. Bu av ile birlikte köylerine dönen grup ailelerine mutluluğu yaşatıyor. İşte bu bir materyalist mutluluktur. Avladıkları hayvanların kürklerinden faydalanabileceklerini keşfeden ve bunları giyim kuşam için kullanan kabilelerin yaşadığı mutluluk da materyalist bir mutluluktur. Fark ettiyseniz bu ilkel insanların elde ettikleri mutluluklar kendilerine fayda sağlayan maddi mutluluktur. Bir önceki yazıda bu ilkel insanların biz modern insanların “müzik” diye adlandırdığımız bir başka mutluluğu keşfettiğini söylemiştim. Düşünsenize müziği keşfettiğinizi? Bu güzide sanatı keşfetmek bile dünyanın en büyük mutluluklarından biri değil midir? Ne demiştik? İlkel insan eline aldığı tahta parçalarını birbirine veya kulağa hoş gelecek şekilde bir maddeye vurarak ritim duygusunu geliştirip bu ritimler üzerine kendi ağızlarından çıkan sesleri eklemesi ile yabani de olsa melodiler keşfetmişti. Bu yarattıkları besteleri dini ritüellerinde, kendileri için özel olan günlerde ve evlilik törenlerinde çalmışlar ve söylemişlerdir.
İnsan ruhunun aç olması ve onu beslemesi, fiziksel olan beslenmesinden daha zor ve daha çetrefillidir. Çünkü ruh dediğimiz sonsuzluğu beslemek birçok şekilde olabilir. Müzik sadece bunlardan biridir ve belki de en değerli besin kaynağıdır. Yani proteindir (bana göre en değerlisi proteindir ondan böyle diyorum). İlkel insanlar zamanla bu müzik olayını daha da geliştirdiler. Öyle ki artık ellerine sopaları alıp bir birine vuran adamlar artık bu sopaları bir köşeye bırakıp elleriyle ritim tutacakları enstrümanlar geliştirdiler. Darbuka tarzı vurmalı çalgılarla artık daha da yoğunlaştılar bu müzik olayına. Olay elbette sadece vurmalı çalgılarla bitmiyordu. Bu vurmalı çalgılara eşlik eden insan seslerinin de artık daha nitelikli olması gerekiyordu. Bu niteliği sağlamaları için ise kulağa hoş gelecek bir ses çıkarması gereken enstrümana eşlik etmeleri gerekiyordu. Bu ihtiyaçlarını ise telli çalgılardan değil kendilerince geliştirdikleri ve kuş sesi gibi güzel bir ses çıkarmaya yarayan üflemeli bir çalgı yaparak gidermişlerdir. Tarihin en eski enstrümanlarından biri olarak da bilinir bu üflemeli çalgı. Biz buna flüt ismini vermişiz. Flütün de eklenmesi ile artık ilkel insanların ruhlarının açlığını besleyebilecekleri müziğe tam anlamıyla sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Müzik öylesine kutsal bir sanat dalı ki ruhun en büyük besleyici
faktörü olma özelliği taşıyor. Doğadaki seslerin enstrümanlarla taklit edilerek
her daim insanların kulaklarına sunmak ve bu sunuşun sadece kulaklarda
yankılanması değil bizi biz yapan ruhumuzda da yankılanması bizim için en
güzide bir lütuftur. Geçmişten bu yana müzik insanlarla birlikte evrim
geçirmiştir. Her dönem de müzik daha da karmaşıklaşmaya başlamış ve bu
karmaşıklıkla uğraşan özel insanlar peyda olmaya başlamıştır. Bu insanlar
zamanla bu güzide sanat dalını meslek haline getirmiş ve artık onlara müzisyen
denmiştir. Bu insanların müzikle ilgilenmesi sadece enstrüman çalmak, şarkı
söylemek ile kalmamıştır elbette. Müzik denen yargıyı anlamak ve geçmişini araştırarak
bu sanat dalını iyice özümseyerek gerçek birer müzik insanı olmuşlardır. Müzik
insan ile birlikte evrim geçirmiştir diye söylemiştim yukarıda. İnsanın
arzuları ile birlikte müzikte şekillenmiştir. İlk başlarda müzik; dini
ritüellerin kasvetli havasını ve savaşların görkemli atmosferlerinin tınısı
olmuştur. Sesi olmuştur. İnsanların giderek farklı arzulara yönelmesi ile
birlikte müzik de daha farklı kalıplara yerleşmiştir. İşin içine aşk, hüzün,
mutluluk, öfke gibi duygusal öğelerin de müzikle buluşması girince müzik
giderek dallanıp budaklanmıştır. Sevgilisi için beste yapanlar, ülkedeki
haksızlık ve hukuksuzluk için müzik yapanlar, annesinin ölmesi üzerine müzik
yapanlar ve daha nice örneklerle müzik ve hitap ettiği yelpaze giderek
genişlemiştir.
Bir söz vardır müzik ruhun gıdasıdır diye, çok klişe bir söz ama aslında oldukça doğru bir sözdür. Günümüzde bütün sanat dallarının içinde yer alabilen yegâne sanat öğesidir müzik. Sinema, tiyatro, opera, bale, edebiyat (şiir dinletilerinde falan) gibi sanat dallarının hepsinde müzik vardır. Müziksiz çıplaktır bu sanat dalları. Müzik ile beraber var olurlar. Ruhumuzun açlığını gideren diğer sanat dalları da aslına bakarsanız müziksiz olamıyorlar. Müzik sadece insan ruhunu beslemekle kalmıyor aynı zamanda diğer sanat dallarını da besliyor. Hatta sanat dallarından ziyade spor etkinlikleri bile müziksiz olmuyor (maçlar da söylenen marşlar, aralarda çalan şarkılar vb.).
Bestelenen klasik müzik şarkıları yukarıda bahsettiğim müziğin karmaşıklaşmasının en büyük örneklerindendir. Öyle şarkılar bestelenmiştir ki, bu şarkıların özümsenmesi ve bir başkası tarafından tekrar çalınması oldukça kompleks bir hale bürünmüştür. Bu şarkıların bazıları opera ile birlikte sözlere de kavuşmuştur. Bu elbette oldukça küçük bir kısmıdır. Sözlerin yavaş yavaş şarkılarda yer alması ile birlikte müzik daha da bir anlam kazanmıştır. Artık kulaklara gelen eşsiz melodilerin içinde belirli bir tema üzerine yazılmış şarkı sözlerinin de yer alması ile birlikte bestekarların bu tarafa doğru yönelmesi de kaçınılmaz olmuştur. Peki, bu sözlerin anlatmak istedikleri ne kadar önemlidir şarkılarda? Yazılan şarkı sözlerini özümsemeye çalışan kitlenin algılama düzeyi de önemli midir? Sözler bazen kurşun gibi de olabilir, kocaman bir sunta gibi de olabilir. Beyin fırtınası da yaratabilir, beynimizdeki bütün anlamsal seviyemizi yerle bir de edebilir. Müzik ile edebiyatın sevişmesini idrak etmek ne kadar önemli ve ne kadar gereklidir? Bir sonraki yazıda bunlardan bahsedeceğim sizlere.
Doymak, insan evladının varlığından günümüze kadar yegâne amacı olmuştur. Bu öyle bir amaç ki neresi başlangıç noktası neresi sınırı bilinmiyor. Bilemiyoruz. İlkel zamanlarda bu doymak sadece bir şeyler yiyerek doymak demekti. Çünkü o zamanki şartlar da insan evladının duygusal olarak doyma ihtiyacı daha geri plandaydı. Henüz çözemediğiniz bir yaşam alanınız var ve bu yaşam alanınız bin bir çeşit zorluklar barındırıyor. Böyle bir durumda duygusal açlığınızı düşünmek zaten çok da akıl karı olmazdı. İlkel insan olmak baktığınızda dünyanın en zor şeylerinden biri gibi durmuyor mu? İnsanın günümüze kadar olan evriminde doğayla olan mücadelesi her zaman çetin olmuştur. Modern insana dönüşene kadar her daim insan doğadan ve doğada bulunan canlılardan ürkmüştür. Av hayvanlarını bile avlarken her daim kendilerinin av olabileceklerini düşünmüşlerdir. Fakat günümüzde sizce böyle mi durum? Elbette böyle değil. Artık her şey değişti. İnsan şu anki gücü ile yeryüzünün en yok edici canlısı haline geldi. Artık doğa ve doğada barınan bütün canlıların korkulu rüyası oldu ve olmaya da devam ediyor. Aslında her şey sadece karnımızı doyurmak ile başlamıştı. Fakat bizler bir şeyi keşfettik, karın tokluğu her şey için yeterli olmuyordu. Evet, fiziksel olarak kendimizi güçlü, enerjik hissedebiliyorduk bu doyum sayesinde fakat ruhumuz için aynı şeyden bahsetmek ne yazık ki mümkün değildi. İşte insan evladı yani bizler bunun farkına vardık. İyi de ruhu nasıl besleyecektik ki? Ekmek ve su ile beslemek gibi mi olacaktı bu ruhu besleme işi?
İlkel insan mutluluk dediğimiz şeyi elbette yaşıyordu. Fakat o yaşadığı mutluluk daha çok materyalist bir mutluluktu. Birkaç örnek vermek istiyorum bu materyalist mutluluğa. 10 kişiden oluşan bir grup yaban domuzu avına çıkıyor. Yaban domuzları günümüzdekinden daha büyük ve daha tehlikeli elbette, bu 10 kişilik grup küçük bir plan yapıp av için almaları gereken yerlerini alıyorlar. Sonunda da av hayvanını avlıyorlar. Bu av aileleri için 3 günlük yemek demek olabilir. Bu av ile birlikte köylerine dönen grup ailelerine mutluluğu yaşatıyor. İşte bu bir materyalist mutluluktur. Avladıkları hayvanların kürklerinden faydalanabileceklerini keşfeden ve bunları giyim kuşam için kullanan kabilelerin yaşadığı mutluluk da materyalist bir mutluluktur. Fark ettiyseniz bu ilkel insanların elde ettikleri mutluluklar kendilerine fayda sağlayan maddi mutluluktur. Bir önceki yazıda bu ilkel insanların biz modern insanların “müzik” diye adlandırdığımız bir başka mutluluğu keşfettiğini söylemiştim. Düşünsenize müziği keşfettiğinizi? Bu güzide sanatı keşfetmek bile dünyanın en büyük mutluluklarından biri değil midir? Ne demiştik? İlkel insan eline aldığı tahta parçalarını birbirine veya kulağa hoş gelecek şekilde bir maddeye vurarak ritim duygusunu geliştirip bu ritimler üzerine kendi ağızlarından çıkan sesleri eklemesi ile yabani de olsa melodiler keşfetmişti. Bu yarattıkları besteleri dini ritüellerinde, kendileri için özel olan günlerde ve evlilik törenlerinde çalmışlar ve söylemişlerdir.
İnsan ruhunun aç olması ve onu beslemesi, fiziksel olan beslenmesinden daha zor ve daha çetrefillidir. Çünkü ruh dediğimiz sonsuzluğu beslemek birçok şekilde olabilir. Müzik sadece bunlardan biridir ve belki de en değerli besin kaynağıdır. Yani proteindir (bana göre en değerlisi proteindir ondan böyle diyorum). İlkel insanlar zamanla bu müzik olayını daha da geliştirdiler. Öyle ki artık ellerine sopaları alıp bir birine vuran adamlar artık bu sopaları bir köşeye bırakıp elleriyle ritim tutacakları enstrümanlar geliştirdiler. Darbuka tarzı vurmalı çalgılarla artık daha da yoğunlaştılar bu müzik olayına. Olay elbette sadece vurmalı çalgılarla bitmiyordu. Bu vurmalı çalgılara eşlik eden insan seslerinin de artık daha nitelikli olması gerekiyordu. Bu niteliği sağlamaları için ise kulağa hoş gelecek bir ses çıkarması gereken enstrümana eşlik etmeleri gerekiyordu. Bu ihtiyaçlarını ise telli çalgılardan değil kendilerince geliştirdikleri ve kuş sesi gibi güzel bir ses çıkarmaya yarayan üflemeli bir çalgı yaparak gidermişlerdir. Tarihin en eski enstrümanlarından biri olarak da bilinir bu üflemeli çalgı. Biz buna flüt ismini vermişiz. Flütün de eklenmesi ile artık ilkel insanların ruhlarının açlığını besleyebilecekleri müziğe tam anlamıyla sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Tarihin en eski müzik aleti olarak nitelendirilen bir flüt örneği. |
Bir söz vardır müzik ruhun gıdasıdır diye, çok klişe bir söz ama aslında oldukça doğru bir sözdür. Günümüzde bütün sanat dallarının içinde yer alabilen yegâne sanat öğesidir müzik. Sinema, tiyatro, opera, bale, edebiyat (şiir dinletilerinde falan) gibi sanat dallarının hepsinde müzik vardır. Müziksiz çıplaktır bu sanat dalları. Müzik ile beraber var olurlar. Ruhumuzun açlığını gideren diğer sanat dalları da aslına bakarsanız müziksiz olamıyorlar. Müzik sadece insan ruhunu beslemekle kalmıyor aynı zamanda diğer sanat dallarını da besliyor. Hatta sanat dallarından ziyade spor etkinlikleri bile müziksiz olmuyor (maçlar da söylenen marşlar, aralarda çalan şarkılar vb.).
Bestelenen klasik müzik şarkıları yukarıda bahsettiğim müziğin karmaşıklaşmasının en büyük örneklerindendir. Öyle şarkılar bestelenmiştir ki, bu şarkıların özümsenmesi ve bir başkası tarafından tekrar çalınması oldukça kompleks bir hale bürünmüştür. Bu şarkıların bazıları opera ile birlikte sözlere de kavuşmuştur. Bu elbette oldukça küçük bir kısmıdır. Sözlerin yavaş yavaş şarkılarda yer alması ile birlikte müzik daha da bir anlam kazanmıştır. Artık kulaklara gelen eşsiz melodilerin içinde belirli bir tema üzerine yazılmış şarkı sözlerinin de yer alması ile birlikte bestekarların bu tarafa doğru yönelmesi de kaçınılmaz olmuştur. Peki, bu sözlerin anlatmak istedikleri ne kadar önemlidir şarkılarda? Yazılan şarkı sözlerini özümsemeye çalışan kitlenin algılama düzeyi de önemli midir? Sözler bazen kurşun gibi de olabilir, kocaman bir sunta gibi de olabilir. Beyin fırtınası da yaratabilir, beynimizdeki bütün anlamsal seviyemizi yerle bir de edebilir. Müzik ile edebiyatın sevişmesini idrak etmek ne kadar önemli ve ne kadar gereklidir? Bir sonraki yazıda bunlardan bahsedeceğim sizlere.
Yorumlar
Yorum Gönder