1) İlkel Sesler, Çığlık ve Esinti

Yeryüzünde kaç çeşit canlı var tam olarak biliyor musunuz? Ya da biliyor muyuz? Yeryüzündeki bu canlıların hangi türlere mensup olduklarını biliyor muyuz? Sadece insan, hayvan ve bitki diye ayırıyor olmamız çok doğru bir ayırım şekli mi? Bunun dışında da birkaç ayrım daha var elbette. Fakat onlardan daha fazlası var mı? Elbette vardır. Dünya binlerce yıldır keşif sürecinde. Bu keşif ne zaman biter açıkçası benim hiçbir fikrim yok. Üzerinde yaşadığımız evimiz hakkında bildiğimiz bilginin yüzdesi biz meraklı insan evlatlarını tatmin edecek düzeyde değil. Daha bu dünyayı keşfedemeden boşluktaki diğer gezegenlere gözümüzü dikiyoruz. Aç gözlülükte bizi geçebilecek başka bir canlı türü daha yok. Bakın bu kesin bilgidir dostlarım, yayalım. Yeryüzü ilk oluşmaya başladığı andan itibaren her daim ses olmuştur. Sessizliğin hakim olduğu bir dönemin olduğunu söylemek sizce de çok saçma değil mi? Dünya’nın kademe kademe oluştuğunu ve zaman içinde karaların bölündüğünü, suların yükseldiğini ve havanın değişkenliklerini bile düşünsek sadece, bu olayların sessiz bir şekilde oluşması gibi bir ihtimal olabilir mi? Bir çubuk makarnayı ikiye böldüğünüzde bile bir ses çıkıyorken, kara parçasının ikiye veya daha fazlaya bölünerek kıtaları veya adaları oluşturmasında kim bilir nasıl sesler çıkıyordur. İnsan evladı için sesin değeri belki de en önemli şeylerden biridir. Ses, insan evladının sadece duyduğu değil aynı zamanda da ürettiği bir “şey”dir.


Hadi hemen bir ileriye sarma yapalım. Büyük patlama meydana geldi, dünya şeklini aldı (elbette günümüzdeki şeklini değil), denizler ile sınırlar çizildi, canlılar türedi ve sonunda insana ait ilk ilkel taslak meydana geldi. İlkel insan, yani saf olan henüz daha bozulmamış olan fakat bozulmaya da meyilli olan. Peki, bu saflıktan kastım ne? Henüz kendi gücünü keşfedememiş olan, yaşadığı dünyaya saygısı olan, kendini canlıların en üstünü olduğu küstahlığına girmeyen ve tahribat yaratmayan anlamında elbette bu kastım. İki ayağı üzerinde dik durabilen yegane canlı unvanına sahip olduğu andan itibaren insan sürekli bir evrim döngüsünün içinde buldu kendini. Önce kendi varlığını merak etti, sonra yaşadığı çevrenin varlığını, avladığı hayvanları, korktuğu ve saklandığı hayvanları, ağaçları ve onların gölgelerini, gökyüzünü ve gökyüzünün böylesine nasıl değişken olduğunu (gündüz-gece olayı), gündüzleri yukarıda parlayan ve aynı zamanda ısıtan güneşi (tabi o zaman ne diye adlandırıyorlardı bilemiyorum), gece olduğunda güneşin yerine yukarıda peyda olan Ay’ı ve bu nesnenin değişken şekillerini yani etrafında gördüğü bütün her şeyi merak etti. Bunları anlamaya çalıştı. Gördükleri yetmezmiş gibi bir de sesler çıktı ortaya. Neden bu kadar çok şey duyuyordu ki bozulmamış olan?

Sabah güneşi gökyüzünde yükselirken yavaş yavaş aynı zamanda da hafiften ılık bir esinti vardı. Bu esinti ilk insan evladının o kalın derisinin hafiften okşuyordu. Okşamakla da yetinmiyordu bu ilkel insanın kulağına aynı ılıklıkta sesleri de taşıyordu. Bu sese mutlu oluyordu elbette ilkel insan. Çünkü bu ses hiç de ürkütücü bir ses değil tam aksine onun tenini ve ruhunu okşayan tatlı bir melodiydi adeta. Ufak tefek topluluklar halinde yaşamlarını sürdürüyordu ilkel insan evlatları. Birden fazla olunca illa ki iletişim ihtiyacı doğuyor. Bu iletişim ihtiyacını nasıl karşılayacakları hakkında tek bildikleri şey hareketler ve çığlığı andıran bağrışmalar oluyordu. Daha yeni evrim geçirmiş garipler ancak bu kadar oluyor. Bir de evrim dediğimiz olayda öyle hemen günümüz modern insanının özelliklerine bir anda geçiş demek olmuyor elbette. İlkel insanların kendilerini ifade etme şekilleri de elbette tam olarak evrilmemiş ve atalarının izlerini taşıyorlardı. Bu hareketler ve çığlıklar elbette çoğu zaman kendilerini anlatmaya yetmiyordur. Belki de yetiyordur. Çünkü o zamanki iletişim ihtiyaçları günümüzdekinden elbette çok farklı. Şu bir gerçek ki insan evladı “ses”e her daim ihtiyaç duymuştur. Karşısındaki bir kişiye kendini ifade ederken ufak tefek çıkan sesler, çocuklarına bir şeyler anlatırken çıkardığı sesler, kur yaparken çıkardığı sesler, seks yaparken çıkarılan sesler, mutluluk anında çıkan sesler, üzüldüğünde çıkan sesler ve tehlike anında çıkarılan seslerin hepsi ilkel insan evladının hayatını tamamlayan sesler olmuştur.

İnsan evladı kendi çıkardığı sese zamanla alıştı. Artık her türlü için çıkan seslerin ne anlama geldiğini çözdü. Fakat bu seslerin hiç biri sabah esen o ılık esinti kadar kendisini mutlu etmedi. O esintinin sesi gibi ruhunu okşayamadı. Çünkü orada işin içine doğanın melodisi girmişti artık. Üzerinde yaşadığı toprak parçası ona sadece barınak, yiyecek, içecek vermedi. Yaşadığı yeryüzünün en güzel ve en nadide parçası olan melodiyi de verdi. Bu esinti aslında ilkel insanın farkındalığını da arttırdı. Çevresine kulak verirken bu defa o esintinin yarattığı tarzda sesleri duymaya çalıştı. Nitekim duydu da. Kuşların cıvıltısı, ağaç yapraklarının çıkardığı güzide sesler, bir ağaçkakanın ağacı oyma sesi işte bunların hepsinin sesini aynı anda duyan insan evladı bunun paha biçilemez bir zenginlik olduğunu fark etti. İnsan evladının ilkel çağdan günümüze kadar yaptığı en iyi şey doğayı taklit etmektir. Nitekim ilkel insan da doğadan çıkan bu sesleri taklit etmek istedi. Bu defa ağızlarından çıkan sesleri kuş cıvıltısı kadar ahenkli bir şekilde çıkarmaya ve ağaçkakanın çıkardığı vurmalı çalgı sesini ellerine birer çift sopa alıp birbirine vurmaya çalışarak çıkardılar. Ortaya ilkel de olsa bir melodi, bir kompozisyon çıkarmayı başardılar. Bu ortaya çıkan kompozisyonu daha da çoğalttılar. İnandıkları dinin ritüellerinde, cenaze törenlerinde ağıtlarda ve akşam eğlencelerinde bu kompozisyonlar çalındı. Artık onları mutlu eden çok değerli sesler topluluğuna “MÜZİK” (ya da o zaman ne diye adlandırdılarsa) deme zamanı gelmişti. Bu müzik işte ilkel insanın medeniyete yavaş yavaş adım atışının en büyük kanıtıydı.


Ses, ilkel insanın hayatının en nadide en paha biçilemez şeyi oldu. Hayatını zor idame ettiren, bin bir güçlükle mücadele eden ilkel insanın müzik ile birlikte hayatının biraz da olsa renklenmesi demek sadece karnı doyan bir insan güruhundan ziyade aynı zamanda ruhunun da doyduğu bir toplum anlamına geliyordu.

Yukarıda anlattığım yazı uzun zamandır planlamış olduğum 5 başlıktan oluşan “Deneme 1-2-3” etiketine sahip yazı dizisinin ilk yazısıdır. Aslında bu yazıya giriş yazısı da diyebiliriz. Müzik denen muazzam kavramı biraz farklı bir şekilde ele almak istedim. Bilgilerim dâhilinde ,yani kapasitem dâhilinde, sizlerle düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Herkesin müzik hakkında bir fikri vardır fakat ben olaya direkt müzik olarak bakmak yerine daha baştan başlamak istedim. Umarım bu 5 yazı boyunca sizler de zevk alırsınız. Şahsen ben yazarken çok zevk alıyorum. Hepinizi sevgi ile selamlıyorum.



Yorumlar