Albüm Kritik 154 (Trivium / The Sin and The Sentence)

Yıllar yıllar önce önce Trivium’u keşfettiğimde adamlar makine gibiydi. Yaptıkları albümler (Shogun’a kadar) benim o zaman dinlediğim hiçbir albüme benzemiyordu. Böylesine yetenekli genç adamların varlığını öğrenmek beni öylesine mutlu etmişti ki çevremdeki herkese bu adamlardan bahsediyordum. Geleceğin stadyum gruplarından biri olacak diye göğsüm kabara kabara söyleyip duruyordum. Tabi bu söylemlerimin dayanakları çok güçlüydü. Ember to Inferno’dan tutunda Shogun’a kadar olan bütün albümlerinde bu adamların neler yapabileceğini görünce böyle ahkâm kesebiliyordum. Özellikle Shogun ile birlikte öyle bir noktaya taşımışlardı ki çıtalarını sadece öyle melül melül bakıyorduk “ne oluyor ya” diye. Fakat bu süreç ne yazık ki öyle bir sekteye uğradı ki Trivium bir türlü o benim bildiğim öküz gibi rifflerin ve kaya gibi albümlerin yaratıcısı olmaktan uzaklaşarak daha soft bir grup haline geldi. Shogun’da sergilediği virtüözlükleri bir kenara attı grup. Daha basit daha tek düze şarkılarla ve buna müteakiben yine aynı basitlikteki albümleri bizlerin önüne attı. Özellikle “Silence In The Snow” tam tüy dikme albümü olmuştu. Fakat hani küllerinden doğmak diye bir deyim vardır ya, işte onu Trivium öyle bir gerçekleştirdi ki bu defa küçük dilimizi yuttuk. Hazırsanız Trivium’un ağzımıza ağzımıza vurduğu “The Sin and The Sentence”ın içine dalalım.

Trivium'un bir süre kapalı kapılar ardında yazımına başladığı yeni albümünün nasıl olacağını açıkçası hiç merak etmiyordum. Çünkü öylesine çok darbe yedik ki bu adamlardan, yine önümüze saçma sapan bir albüm atarlar diye düşündüm. Özellikle her yıl bir davulcu değiştiren ve bir türlü işleri rayına oturtamayan bir grup haline gelmeleri de bu beklentisizliğimin en büyük nedenlerindendir. Özellikle Matt’in “brutal” vokali tozlu raflarda unutmuş olması ve kendisini Clean vokalde ilah sanması gibi havalara girmesinden de ayrı bir gına gelmişti. Zaten Shogun sonrası Matt, yazılı basın ne dediyse onu yaptı. Önce saçlar gitti sonra o brutal vokal gitti. Adamı başka bir şekle soktular resmen. Heafy hiç boşuna bunu söyleyen hayranlarına da kızmasın. Silence In The Snow’un hiç tutmamasından sonra zaten adamlar çok fazla turlamadı ve hemen kendilerinde köklü bir değişikliğe gitme kararı aldılar. Bu köklü değişiklikteki ilk adım ne oldu peki? Tabi ki davulcu değişikliği! Travis Smith’ten sonra beni hiçbir davulcu mutlu etmedi bu grupta. Nitekim Trivium’un kendisini de öyle olacak ki bir türlü kalıcı bir adam bulamadılar. Fakat The Sin and The Sentence’da öyle bir adam gelmiş ki Travis Smith’in kalitesinde ve hatta belki daha da iyi bir psikopat Trivium’un yeni vurmalı çalgısının ağzına ağzına vuruyor dostlarım. 1993 doğumlu olan bu terbiyesizin adı “Alex Bent”. Bu zamana kadar birçok efsane davulcu dinledim dostlarım ve yine göğsümü gere gere söylüyorum ki bu çocuk efsaneler arasına girmeye aday. The Sin and The Sentence’ı bana en çok sevdiren nedenlerden biri de işte utanmaz, psikopat çocuk.


Sonunda Trivium geri döndü ve alev alev yanıyor bu adamlar dostlarım. The Sin and The Sentence’ın daha Trailer’ı dönüyordu ve ucundan dinleyebiliyorduk nasıl bir albüm ile karşılaşacağımızı. O 30 saniyelik “The Sin and The Sentence” kesitinde bile tüylerim diken diken olmuştu. Nitekim albüme adını veren bu taş gibi şarkıyı yayınladıklarında, ister inanın ister inanmayın gözlerim dolmuştu. Sonunda dedim ya adamlar geri döndü. Trivium’dan beklentim olan riff silsilesi, brutal vokal, öküz gibi davul ve şaha kaldıran gitar soloları ile “alın size Metal” dedi adeta. Hemen sonrasında bir şarkıya daha klip geldi ve o şarkının adı “The Heart From Your Hate” idi. Bu şarkıyı da dinledikten sonra artık muhteşem bir albüm dinleyeceğimiz kesinleşmişti zaten. Prodüksiyon açısından kaliteli bir sound sunuyor bizlere grup. Zaten Trivium’un sound açısından çok nadiren sıkıntısı olmuştur. Bu albümün soundu iyi ama bana biraz boğukluk var gibi geldi. Siz de dinlediğinizde büyük ihtimal fark edeceksinizdir. Fakat bu kadarcık kusura kusur demem bile ben. Trivium böylesi bir albümle geri dönmüşken bu ufacık pürüz devede kulak kalır.


Matt, bu defa kendisinin nasıl bir gitar virtüözü olduğunu hatırlamış. Albüm baştan sona muazzam rifflerin potpurisini barındırıyor. Her bir şarkıyı dinlediğinizde sırada hangi manyaklık var diye soruyorsunuz. Sonunda Shogun sonrası baş tacı edilebilecek şarkılara imza attığı için Heafy’nin ellerine sağlık diyorum. Paolo’nun da bu albümde patlama yaptığını fark etmedim değil. Bizim saçsız kral Pele her şarkıda ara ara çeşitlemeleri ile kulaklara bas şenliği veriyor. Corey ise melodi işini devralıyor her zaman olduğu gibi bu albümde de. Corey’nin yaratıcılığına laf söylemek zaten pek haddime değil. Neler yapabildiğini hepimiz biliyoruz. Vokal konusunda ise Matt clean vokalde kendini zaten iyice geliştirmişti fakat benim gibi köklü Trivium hayranları Matt’in tüküre tüküre bağırmasını özlemişti. Sonunda bu özlemde bitti dostlarım. Matt artık böğürmeleriyle tekrar aramızda. Esas konuşmamız gereken adama gelelim dostlarım. Alex Bent’i nasıl keşfetmiş bu adamlar bilmiyorum ama sonunda doğru adamı bulmuşlar. Albümde yer alan 11 şarkının hepsinde de muazzam performans sergiliyor Alex. Twinler zaten muazzam fakat esas dikkatimi çeken şey ise zilleri öylesine efsane kullanıyor ki dimağım dondu kaldı. Özellikle “ride” konusunda adam resmen ilah gibi. İşte böylesine enerjik bir adam Trivium’a lazımdı ve sonunda onu da buldular. The Sin and The Sentence’da Matt’in deli gibi hayranı olduğu Black Metal’den de esinlenmeler de görüyoruz. Zaten bu albümü belki de farklı kılan nedenlerden biri de bu olsa gerek. Trivium’u yürekten teşekkür ediyorum. Böylesine bir muazzamlığı bizlere dinlettirdiği için. 2008’den bu yana beklediğimiz o muazzam albüme sonunda kavuştuk. Albümdeki her şarkı muhteşem dostlarım. Baştan sona hepsine hayran kaldım. Hepsi favori şarkılarım oldu. O yüzden teker teker yazmaya gerek yok. Kendinize çok iyi bakın ve hoşça kalın!

Albüm Puanı: 10/10


Yorumlar