Bugün, yine şöyle bir geriye dönüş yapıyoruz. Geçmişte yazdığım ilk 50 albüm kritiğini falan okuyunca gerçekten ne denli kötü bir şekilde yazdığımı görüyorum. Bunu görmek beni aynı zamanda strese de sokuyor. O zamanlar iPad 2 ile klavye falan olmadan albümleri yazıyordum. Üniversitenin ilk yıllarında iPad ortalığı kasıp kavuruyordu ve ben de deli gibi iPad istiyordum babamdan. iPad 3 yeni çıkmıştı (2013 olması lazım tam hatırlamıyorum) bende de üniversiteyi kazandığım için Acer marka, güzel bir laptop vardı. Fakat ezelden beri teknolojiye düşkün biri olduğum için iPad’i ilk gördüğüm andan itibaren hep istemiştim. Zaten iPhone falan alamıyorduk. Hiç değilse bir iPad’im olsun diye iç geçiriyordum. Babama ne diller döküyordum. Sonunda dizüstü bilgisayarımı ona vermem şartıyla iPad almaya ikna ettim. Fakat yine en son çıkan iPad’i alamadım. iPad 2 de iyiydi o yüzden sesimi çok çıkarmadım. Bu heves iPad’i aldıktan sonra da devam etti. Çok seviyordum cihazı. Derslerde yanımda götürüyorum, havam 1500! Blogger’ın o zaman iPad’te uygulaması vardı ve ben de sitenin temellerini işte o iPad ile attım sayılır. Üstün körü bir site tasarlamıştım. Fakat gelin görün ki site tasarlamak için bilgisayara ihtiyacım vardı ve onu da babama verdiğim bilgisayarımdan hallettim. Sonrasında iPad ile siteye içerik girişi yapmaya başladım. Sanal klavye ile yazı yazmak ilk başta eğlenceli görünse de sonrasında berbat bir hale dönüştü. İşte o ilk 50 yazının bu denli kötü yazılmış olmasının en büyük nedenlerinden biri de iPad’ten yazmaya çalışmamdır. Zaten dilbilgisini hiç umursamıyordum. Üstün bir de iPad ile yazmak acı verici olduğu için kısa kesip, abuk sabuk şeylerden bahsedip geçiyordum. Bu yüzdendir ki o kötü şekilde yazmış olduğum albüm değerlendirme yazılarını yeniden elden geçiriyorum. Özellikle cumartesi günülerini buna ayırıyorum. Bugün de 18 numaralı albüm yazısı olan “Amon Amarth”ın en güzide albümlerinden biri olan “Deceiver of the Gods”ı güzel bir şekilde yazacağım ve bu albümü hak ettiği şekilde değerlendirmiş olacağım.
Amon Amarth’ın Deceiver of the Gods albümü 2013 yılında dinleyenlerin huzuruna sunulmuştu. 2013’ün haziran ayında çıkmıştı. Bunu çok net hatırlıyorum. Zaten bu yazının eski halinde de söz etmişim. 2013 yazında Bodrum’da Fransızca Rehber ve Transfer görevlisi olarak çalışıyordum. Yazları turizm bölgelerinde çalışarak dilimi geliştiriyor ve aynı zamanda da harçlığımı çıkartıyordum. Hoş, bir öğrenciye göre euro ile maaş almak inanılmaz bir şeydi ve harçlıktan öteydi elbette. Her ne kadar turizm bölgesinde disko şarkıları ile içli dışlı olsam da gönlümün aslanı Metal’den hiçbir zaman uzaklaşmıyordum. Amon Amarth’ı da o zamanlar büyük bir şevkle dinliyor ve takip ediyordum. Deceiver of the Gods albümü çıktığında hemen albümü iTunes üzerinden satın almıştım. Neden iTunes? Çünkü iPad 2’im var! Albümü satın alır almaz her boşluk bulduğumda baştan sona dinliyordum. Gerçekten de o zaman beni öylesine etkilemişti ki verdiği haz bambaşka seviyedeydi. Her ne kadar önceki Amon Amarth albümleri gibi çok görkemli bir havası olmasa da beni ihya ediyordu. Viking temalarını Melodic Death Metal ile oldukça eşsiz bir şekilde birleştiren bir grup Amon Amarth. Bu yönüyle adeta bu alanda bir başına. Hiçbir Pagan Metal veya Viking Melodic Death Metal grubu Amon Amarth’ın eriştiği üst seviyelere erişemedi. Grubun gerçekten de içselleştirmiş olduğu bu Viking olguları müziğine adeta maya etkisi veriyordu. Bu yüzden de mayası sağlam olduğu sürece Amon Amarth albümleri de sağlam oluyordu. Elbette sonrasında bu mayanın bozulmaya başladığı ve hatta benim bizzat Amon Amarth’tan ümidimi kesmeye başladığım uzunca bir süreç de oldu. Fakat şimdi onlara girmeyeceğim. Deceiver of the Gods 2011 yılında çıkan “Surtur Rising”den sonra gelmişti. Büyük bir kesim Surtur Rising’i yerden yere vursa da ben o albümün hala en iyi Amon Amarth albümleri arasında sayarım. Neden bu denli bu albüme düşman oldular hiçbir fikrim hala, günümüzde de yok. Deceiver of the Gods, Surtur Rising’in gerisinde kalan bir albüm olmasına rağmen o kadar yerden yere vurulmadı. Hatta Amon Amarth’ın iyi albümleri arasında gösterildi. Evet, Deceiver of the Gods gerçekten de iyi bir albüm. Fakat Surtur Rising daha iyi bir albüm. Neyse bu tartışmayı noktalayarak albümden devam edelim.
Deceiver of the Gods ile Amon Amarth ilk defa albüm kapak resminde sarı, turuncu, kırmızı ve siyah renklerini ana renkler olmaktan çıkarmıştı. Mavi gökyüzün ile gri yeryüzünü birleştirmişti. Bu yüzden de bu albüm biraz daha farklı olacağa benziyordu. Bunu ben demiyorum. Bu albümden o zamanlar bahseden herkesin dikkatini çeken ilk şeydi. Farklı bir Amon Amarth albümü falan da olmadı bu arada. Amon Amarth’ın şarkı yazımlarında hiçbir zaman öyle radikal değişimler olmamıştır. “Twilight of the Thunder God”a baktığımızda da bu böyledir. “With Oden On Our Side” ve öncesindeki albümlerde de aslında öyle. Fakat orada şarkı yazımları daha sert ve melodik riffler çok daha niş olduğu için bizlere hep daha iyiymiş gibi geliyor. O albümlerde hemen hemen her şarkı ciddi anlamda güçlüdür. Fakat Twilight of the Thunder God sonrası artık o durum değişiyor. Yine güçlü şarkılar albümün geneline yayılıyor olsa da zayıf ve etkileyiciliği çok düşük şarkılar da kendilerini belli ediyorlar. Deceiver of the Gods’ta bulunan “Hel, We Shall Destroy ve Coming of the Tide” adlı şarkılar da zayıf olanlar. Yine de o kadar damaklarda kötü bir tat bırakmıyorlar. Fakat ben Hel’den ciddi anlamda nefret ediyorum. Bu şarkının öylesine amaçsız olması ve “Messiah”ın vokalde sıçıp batırması beni aşırı irrite ediyor. Albümün en vurucu şarkısı nedir diye sorsam büyük çoğunluk albüme adını veren “Deceiver of the Gods”ı söyler. Fakat ben birden fazla şarkı söyleyebilirim. Yine de en görkemlisi olarak da “Warriors of the North”u söylerim. Amon Amarth’ın garip bir sandviç taktiği var. Bunu hemen hemen her albümlerinde yapıyorlar. Albümün açılış ve kapanış şarkıları muazzam oluyorlar. Adeta güzel bir sandviçin olmazsa olmazı olan kaliteli ekmekler gibiler. Bu yüzden de grubun albümlerindeki ilk ve son şarkılar her zaman benim favorim oluyor. Elbette bu her albüm için geçerli değil. Genel olarak öyle ama. Deceiver of the Gods’ın prodüksiyon gibi işin teknik kısımlarında hiçbir sıkıntısı yok. Zaten Amon Amarth uzunca yıllardır kötü prodüksiyona sahip bir albüm yapmıyor.
Bu albüm kritiğini Temmuz 2024’te yazıyorum. Ne güzel ki 29 Temmuz 2024’te Amon Amarth İstanbul’da sahne alacak ve ben de yine en ön safta olacağım. Ölmeden önce sahne şovlarını görmek istediğim bir başka grup da bu İsveçli Vikingler idi. Konserin çok iyi geçeceğini umuyorum. Konser öncesi bir Amon Amarth albümünün kritiğini en azından yeniden elden geçirdiğim için kendimi daha da iyi hissediyorum.
** Yeniden yazılma tarihi: 20 Temmuz 2024
Albüm Puanı: 8/10
Yorumlar
Yorum Gönder