Herkese selamlar! 11 Mayıs 2013 tarih etiketine sahip bu albüm incelemesini yeniden yazmanın elzem olduğu kaçınılmazdı. Zaten siteyi uzunca bir süredir takip edenler varsa hafta sonu gelince, cumartesi günü geriye dönüş yapıyor ve oldukça kötü bir şekilde yazmış olduğum eski albüm incelemelerini elden geçiriyorum. Çünkü bu sitenin içeriğinin hep belli bir kalitede olmasını hedefliyorum. Bu yüzden de özellikle sitenin ilk birkaç yılında, büyük heyecanla ve aynı zamanda hiç düşünmeden oturup yazdığım eski yazıları düzeltmek benim için önem arz ediyor. Bu açıklamayı birkaç yazıda bir yapıyorum. Fakat yapmam da gerekiyor. Zira bu yazıyı düzelttiğimde ne de olsa siteye yeni bir yazı girişi yapılmış gibi olmuyor ve ön plana da çıkmıyor. Bu yüzden de bu bildirimin yapılması gerekiyordu. Şimdi gelelim albüm kritiğimizin kendisine. 2000 jenerasyonu Metal grupları arasında parlayan birkaç grup var benim gözümde. Aslında bu birçok kişi için de öyledir diye tahmin ediyorum. Bunlardan ilki bu yazının da konuğu olan “Gojira”dır. Sonrasında ise “Trivium” (her ne kadar 1999 yılını kuruluş yılı olarak kabul etseler de ilk EP’leri 2003 yılında çıkmıştır), “Ghost” ve “As I Lay Dying”dir. Bu grupların yanına birçok grubu daha ekleyebilirsiniz elbette. Fakat Metal’in popüler kısmında ve kitlesel olarak daha fazla ulaşım açısından bu gruplar bana göre başı çekmektedir. Gojira’nın “Pantera”dan etkilendiği ve müziklerini ilk yıllarda bu sertlikte icra ettiklerini biliyoruz. En azından Gojira’yı yakından takip edenler biliyor. Fakat bu tutumu daha fazla sürdürmediler. Zira bir tane daha Pantera’ya ihtiyaç yoktu. Bana sorarsanız Pantera da zaten öyle şahane albümler yapan bir grup hiçbir zaman olmadı. Evet, belki iki iyi albümleri vardır baştan sona bütün şarkıları iyi olan ama onun haricinde pek de dinlemesi keyif veren bir grup olmadı benim için. Burada hemen Dimebag’ciler bana sallamaya geçecektir. Fakat Groove Metal’i salt sertlikte sunan gruplar hiçbir zaman bana keyif vermedi. Dimebag çok yetenekli bir gitaristti ama vizyon açısında çok geniş bir yelpazeye sahip değildi. Bu bir kusur değil, tercih meselesiydi kendisi için. İşte Gojira ilk albümü “Terra Incognita”da bu sertliği benimsemişti. Fakat grubun esas dikkat çekici albümü “The Link” geldiğinde Gojira’nın artık kendi yolunu ciddi anlamda çizmiş olduğunu gördük. Evet, yine Groove Metal çerçevesinde değerlendirilebilecek bir müzik icra ediyorlardı. Fakat işin içine yaratıcılıklarını ve geniş vizyonlarını koydukları için The Link albümü farklı bir noktaya konmuştu. Artık hem atmosfer yaratabilen hem de sert müziklerini gerektiğinde ciddi melodik partisyonlarla yüceltebilen bir grup olmuştu Gojira. Bu süreç uzunca bir süre devam etti. Hatta öyle bir devam etti ki Gojira kariyerinin belki de en iyi albümünü insanlığa taktim etmiş oldu. 2005 yılında çıkan “From Mars to Sirius” bana göre sadece Gojira’nın değil Metal aleminin de en değerli albümlerinden birisidir. Bu albümden sonra zaten öyle bir noktaya çıktı ki grup, artık en iyi Metal grupları arasında gösterilmeye başlandı. Fransa’dan insanlara çevre bilinci, doğaya saygı ve hayvan hakları gibi konuları muazzam bir müzik ile birleştirerek veren muazzam bir grup vardı. Fransa sınırlarını aşarak tüm dünyada adından söz ettiren bir grup. From Mars to Sirius gibi bir mihenk taşı albümden sonra gelecek albüm elbette çok daha güçlü olmalıydı. 2008 yılında çıkan ve bugünkü yazımın da konusu olan “The Way of All Flesh” gerçekten de From Mars to Sirius sonrası o büyük gücü devam ettirebildi mi?
Bu soru ile yazının ikinci kısmına geçmek yazının daha verimli bir şekilde devam etmesini sağlayacaktır diye düşündüm. Aslında soruya cevabım benim çok net fakat bu bir albüm değerlendirmesi olduğuna göre lafı biraz uzatmakta fayda var. Gojira’nın kariyerine baktığımız zaman genelde memnun edici albümler yaptığını görüyoruz. Her ne kadar “L’enfant Sauvage” ciddi şekilde eleştirilmiş olsa da bugün en çok dinlenen Gojira albümleri arasında yerini alıyor. Bana göre esas düşüş 2016 yılında çıkan “Magma” ile olmuştu. Her ne kadar yeni Gojira fanları kazandıran bir albüm olsa da Gojira’yı uzun yıllardır takip eden insanlar için düş kırıklığı yaratan bir albüm olmuştu. Magma sonrası gelen “Fortitude” ile durumu yine toparlamayı başarmış olsa da yine de bu iki albüm önceki albümler kadar etkisi yüksek eserler olmadı. İşte The Way of All Flesh grubun kariyerinde tam ortada yer alıyor. Birçok kişi bu albümü Gojira’nın en iyi albümü olarak adlandırıyor. Onlara hiçbir şekilde itirazım olamaz. Zira The Way of All Flesh o potansiyeli oldukça yüksek bir şekilde barındırıyor. Fakat öncesinde çıkan From Mars to Sirius gibi bir gerçeği unutmak istemiyorum. Çünkü o albümün bir müzikal dehanın ürünü olduğunu düşünüyorum. Hem yaratıcılık hem de sertliğin dehşetengiz bir atmosferik yapıda buluşmasını temsil ediyor. The Way of All Flesh ise yine aynı patikadan giden bir albüm olmasına rağmen etkileyiciliği From Mars to Sirius’a göre daha az. Yine bu albümde de Gojira’nın yaratıcılık konusunda elinin ne kadar güçlü olduğunu keşfediyoruz. Elbette grubun From Mars to Sirius’un başarısının farkında olduğu açık. Bu yüzden de hem bu albümün patikasında gitmeye devam eden hem de aynı şeyleri tekrar bizlere dinletmek istemeyen bir mantalite ile The Way of All Flesh’in şarkıları yazılmış. Bu albümü kaç kere dinlediğimi hatırlamıyorum. Fakat her dinlediğimde Gojira’nın gerçekten de potansiyelini hep üst seviyede gösterdiğini düşünüyorum. Yine de grubun kendi diskografisi içinde değerlendirme yaptığımda da From Mars to Sirius’un birkaç adım gerisinde kalan bir albüm olduğu da hep aklımda varlığını koruyor.
Oroborus gibi bir canavar şarkı ile açılan albümün sonrasında kötü bir şeyler sunması beklenemez. Albümdeki her bir şarkının ciddi anlamda iyi oldukları çok açık. Öte yandan bazı şarkıları diğerlerine göre daha az sevdiğimi de itiraf etmem gerekir. Mesela From Mars to Sirius’ta bu olmamıştı. O albümü baştan sona sevmiş ve ilahi bir kudrete sahip sanat eserleri arasına koymuştum. Bana göre albümün en az heyecan verici şarkıları “Yama’s Messenger, All the Tears, Adoration for None ve Wolf Down the Earth” oldu. Bu hep böyle oldu. Her dinlediğimde bu şarkıları diğerlerine nazaran daha zayıf buldum. Grubun teknik açıdan donanımlı bireylerden oluştuğunu biliyoruz zaten. Özellikle davulun başındaki “Mario Duplantier”nin grubun o dinamizmini sağlayan adam olduğu çok açık. Fakat diğer elemanların da bir Gojira albümü nasıl olmalı konusundaki yönelimlerini şarkı yazımlarında çok iyi bir şekilde gösterdikleri de ayan beyan ortada. From Mars to Sirius ile bu albümü sürekli kıyasladım. Zaten Gojira albümlerini başka herhangi bir grubun albümüyle kıyaslama gibi bir seçeneğimizin olduğunu düşünmüyorum. O yüzden grubun kendi albümleri içinde kıyaslama yapmak gerekiyor. From Mars to Sirius sonrası gelen The Way of All Flesh bana kalırsa aynı güce sahip bir albüm değil. Çünkü Fransız dostlarımız From Mars to Sirius ile ortaya efsanevi bir iş koydu. Sonrasında gelecek olan albüm The Way of All Flesh değil de başka bir isme sahip albüm olsaydı onun da şansı bu albüm karşısında olmayacak gibi. The Way of All Flesh harika bir albüm ama efsane bir albüm değil. O kategoride hala From Mars to Sirius tüm heybeti ile oturmakta!
Albüm Puanı: 8,5/10
** Yeniden yazılma tarihi: 6 Temmuz 2024 / Cumartesi
“ Zaten Gojira albümlerini başka herhangi bir grubun albümüyle kıyaslama gibi bir seçeneğimizin olduğunu düşünmüyorum. O yüzden grubun kendi albümleri içinde kıyaslama yapmak gerekiyor.”
YanıtlaSilharika tespit.
İnceleme için teşekkürler, senelerdir takip ediyorum. Kaliteyi gitgide yükseltmek emek ister, buna vakit ayırdığın için bir okuyucu/dinleyici olarak teşekkür ediyorum :)
Selamlar! Desteğin ve güzel yorumun için teşekkür ediyorum.
Sil