Metal dinleyen herkesin hayatının belli dönemlerinde, belirli gruplar ön plana çıkmıştır. O dönemlerde öne çıkan o grupları oldukça fazla dinleriz ve dahası o türde yapılan yeni gruplar keşfederiz. Çünkü dinlediğimiz o özel grup aynı zamanda Metal yelpazemize yeni grupların da eklenmesini sağlar. Benim için bu çokça oldu. 90 jenerasyonu birçok Metalci dostum gibi ben de “Metallica”nın rüzgarına kapılarak bu müziğe ilgi duymaya başladım. Metallica ile “Slayer, Iron Maiden, Motörhead” gibi birçok grubu da bir anda dinlerken buldum kendimi. Metallica’dan sonraki başka büyük dönem ise “Black Sabbath” ile oldu. Bu dinlediğim müziğin tanrılarını biraz geç de olsa dinlemeye başlamıştım. Metal’e olan ilgim Black Sabbath ile daha da perçinleşti. Black Sabbath’ın old-school Heavy Metal’inden sonra ise bir anda hayatımdaki üçüncü büyük evreye geldim. YouTube’un en yüksek çözünürlüğünün 480p olduğu dönemlerde “Trivium” adlı bir gruba denk geldim. Shogun albümü çıkalı 1 yıl olmuştu. Tabi ki ben ne Shogun’ı ne de Trivium’u biliyordum. YouTube’ta “Kirisute Gomen” adlı şarkıya denk geldim. İsminin ilginç gelmesinden midir, albüm kapağının beni etkilenmesinden midir bilmiyorum ama bu şarkıyı dinlemek istedim. Oynat tuşuna bastığımda ise kulaklarımda resmen yeni bir çağın açılışını duyuyordum. Trivium, daha önce duymadığım, deneyimlemediğim bir şeydi. İnanılmaz bir virtüözlük, inanılmaz şarkı yazımları ve muazzam davulculuk bir anda kaya gibi suratıma çarpmıştı. Hiç abartmıyorum Kirisute Gomen’i bir saat boyunca başa sarıp sarıp dinledim. Hala böyle bir şarkının var olabileceğine inanamıyordum. O zamanki Metal yelpazemin de geniş olmamasıyla bildiğiniz görkemli bir varlığın müziğini dinliyormuş gibi hissettim. İşte bütün bu duygularım Shogun albümü için hala aynı durumda. Hala alev alev ve her dinlediğimde hala tüylerimi diken diken ediyor. Bu yeniden kaleme aldığım albümler arasında belki de en gereklilerinden birisi Shogun olacaktır.
Trivium Metalci bir grup. Bu cümle size saçma gelmiş olacaktır. Fakat daha iyi bir ifade bulamadım. Bunu demekteki tarzım Trivium elemanları gerek kendilerinden önceki abilerine gerekse de kendilerinden sonraki gruplara oldukça bağlıdır. Metal dinlemeyi ve metal ile ilgili herhangi bir etkinlikte bulunmayı yürekten isteyen ve seven bir grup. Bu yüzden de köklerine çok bağlıdırlar. Özellikle “Metallica”, “Pantera”, “Slayer” hayranlıkları üst düzeydedir. Bundan dolayı da ortaya 2006 yılında “The Crusade” adında bir albüm çıkmıştır. Bir anda karşımızda bir Thrash Metal grubu gördük The Crusade ile. Trivium’un yerden yere vurulduğu, hakaretlere maruz kaldığı bir albüm olarak tarihe geçti. Ben, albümü gayet de sevmiştim. Elbette uzun soluklu bir albüm değildi. Fakat abartıldığı kadar da kötü bir albüm olmadığını düşünüyorum. 2 sene sonra ise Triviuim “alın lan size virtüözlük” dercesine Shogun’ı piyasaya sürdü. Shogun, bugün hala benim için ve birçok Trivium sever için grubun en iyi albümü olarak zirvedeki yerini korumaktadır. Fakat Shogun da çok yerden yere vuruldu. Açıkçası Trivium dinleyicisi ne bekliyordu bilmiyorum fakat bu albüm de yerden yere vurulmaz be arkadaş! Aradan birkaç yıl geçtikten sonra o yerden yere vuranlar aslında tükürdüklerini yalamak zorunda kalacaklardı. Zira Shogun’ın değeri yıllar geçtikçe daha da iyi anlaşıldı. Özellikle sonrasında gelen “YENİ TRIVIUM” albümleri öylesine vasattı ki çoğu kişi dumura uğramıştı. “In Waves, Vengaence Falls (sitede o zamanlar yüksek puan vermişim, gençlik işte), Silence In The Snow” ile 2008 yılından 2017 yılına kadar vasat albümleri sıralayan Trivium bir anda yeni yetmelerin, Metal ile sıradan bir alaka gösteren kişilerin grubu oluverip çıkmıştı. Yaklaşık bu 10 yıllık çöküş döneminde Trivium’a olan ilgim neredeyse sıfırlanmıştı. Shogun, Ascendancy, Ember to Inferno’yu ve yer yer de The Crusade’i dinleyerek Triviuim hasretimi gideriyordum.
Trivium'un burada birçok albümünü inceledim. Henüz bütün albümlerini yazmadım. Fakat onun da sırası gelecek elbette. Fakat bütün albümlerine geçmeden önce Trivium’un Metalcore’un nasıl en önemli grubundan biri olup çıktığından bahsetmek istiyorum sizlere. Metalcore, çok esnek bir tür bana göre. Çünkü içinde pek çok türden dinamikler bulabiliyorsunuz. Bu da bu türün aslında kozmopolit bir tür olduğunu göstertiyor. Death Metal, Thrash Metal, Power Metal, Heavy Metal gibi türlerin tınılarını Metalcore’un içinde bulabilirsiniz. Zaten düz çevirisine bakarsanız “Metal’in Çekirdeği” gibi bir anlam çıkıyor. Evet, bu bir bakıma doğru aslında. Zira Metal’in içindeki belli başlı ana türleri içinde barındırabilen bir tür. Trivium, sahneye çıkana kadar bu tür varlığını çok cılız bir sesle sürdürüyordu. 2000li yıllarda Trivium sahneye “Ember to Inferno” ile çıkınca işler bir anda değişti. Çünkü Metalcore denen tür yeniden tanımlanıyordu. İçinde oldukça iyi müzisyenliğin olduğu bir tür olduğu görülüyordu. Eh, kimse Trivium’un bu türü yükselttiği, buralara kadar getirdiği konusunda itiraz etmez diye düşünüyorum. Birçok kişi için “Ascendancy” Trivium’un esas patlama yaptığı albüm olarak gösterilmektedir. Ben de bu görüşe katılmakla birlikte işin payını biraz da Ember to Inferno’ya da vermek istiyorum.
Shogun, içindeki şarkıların yazımları ile öylesine farklı bir boyuta geçişti ki, albüm dinlediğiniz süre boyunca tüyleriniz sürekli diken diken oluyor ve yazılan rifflerin ne denli kompleks olduğunu ve bunları nasıl yazdıklarını düşünüp duruyorsunuz. Albümü dinlerken resmen beyin fırtınası yapıyorsunuz. Her şeyi ile kusursuz bir albüm Shogun. Kim ne derse desin! Tek laf edebileceğiniz şey Heafy’nin sesi olabilir belki. Fakat o noktada ben yine herhangi bir şikâyette bulunmuyorum. Zira albümdeki şarkıların hepsi agresif, hepsi görkemli bir havaya sahip. Matt de sesini oldukça agresif bir şekilde kullanmayı tercih etmiş ve bunu da büyük oranda başarmış. Kirisute Gomen ile başlayan çılgınlık albümün son şarkısı Shogun’a kadar soluksuz ilerliyor. Trivium’un bu albümdeki nihai hedefi öfkeyi açığa çıkarmak olmuş. Bunu da gayet yüksek dozda yapmışlar. Yazılan gitar rifflerini tanımlayacak muazzam kelimeler bulmakta güçlük çekiyorum inanın. Matt ve Corey gitarlarda ne denli başarılır işler çıkarmışsa, Paolo da bas gitarda o denli efsanevi işler çıkarmış. Özellikle “Torn Between Scylla & Chraybdis”teki o gürültülü bas solosuna hayran olmamak imkânsız. Davul konusuna geçtiğimizde ise benim hala en sevdiğim davulculardan biri olan “Travis Smith”in ne denli harika çeşitlemeler yazdığını görüyoruz. Trivium Shogun’dan sonra davulcu konusunda da sürekli düşüşe geçti. Bir türlü dikiş tutturamadı. Travis’in gruptan ayrılmasına ne kadar üzülmüştüm zamanında. Zaten adam gitti Trivium bambaşka bir Trivium oldu. Elbette grubun içindeki sorunları tam olarak bilemeyiz fakat Alex Bent’e kadar davulcu krizinin de bir türlü çözülmediğini biliyoruz.
Shogun, Trivium’un gövde gösterisidir. Shogun, Trivium’un ne denli kapasiteye sahip olduğunun ve müzisyen olarak ne noktada yer alan elemanlardan oluştuğunu gösteren en önemli kanıttır. Öyle ki Trivium Shogun’dan yaklaşık 10 sene sonra silkelenip kendine geldi ve Shogun’da neler yaptıklarını fark etmiş oldular bir kez daha. Bu yüzden de bizler “The Sin and The Sentence ve What the Dead Men Say” gibi sağlam albümler gördük. Trivium’un virtüözlüklerini gösterdikleri her albüm üst düzey olmuştur. Bunu grubun diskografisine bakarak anlayabilirsiniz. Shogun, iyi ki var olmuş! Görüşmek üzere, hoşça kalın!
** Yeniden yazma tarihi: 13 Haziran 2021 / Pazar
Albüm Puanı: 10/10
Yorumlar
Yorum Gönder